Bir buçuk yıl boyunca hayatımda hiç deneyimlemediğim bir işi yaptım: çağrı merkezi.Hayatım boyunca çekiç sallamış, yük taşımış, kablo döşemiş biri olarak bir anda kendimi ekran başında, kulaklık takıp klavyeyle iletişim kurarken buldum. Başlangıçta farklı ve rahat gelmişti. Hatta eğlenceli bile diyebilirdim.
Ta ki ofisin görünmeyen duvarlarına çarpana kadar…
Her sabah "Günaydın canım, bugün ne kadar güzelsin!" diye başlayan cümlelerin ardından, mutfağa geçince "O üstündekini gördün mü? Tam bir demode!" tarzı fısıldaşmalar...
Yöneticilerin arka planda, "Tazminatları fazla olmuş, mobbing yapalım da kendileri çıksın," diye konuşmaları...
Mutfakta yenen yemeklerin yanında servis edilen dedikodular, terasta içilen sigaralara karışan ikiyüzlülükler...
Bir süre sonra sadece bedenim değil, zihnim de yorgun düşmeye başladı. Ve sonunda, hedef haline gelip sistematik mobbinge uğradım. Tüm o psikolojik baskılara daha fazla dayanamayarak işten ayrıldım.
"Hayat bitti" dedim kendi kendime. Yorulmadan çalışabileceğim başka bir iş bulamam sanmıştım. Ama daha bir hafta bile geçmeden telefonum çaldı ve benzer bir iş için çağrıldım. Koşar adım gittim ve başladım.
Ama bu sefer fazla sürmedi. "Performans eksikliği" denilerek işime son verildi.
Ve işte hikâyem asıl o noktada başladı.
Yakın arkadaşlarım, kız arkadaşım, bu süreçte bana çok destek oldular. Hem maddi hem manevi olarak...
Hesaplarım ödendi, cebime harçlık bırakıldı. "Sonra verirsin"ler havada uçuştu.
Ama işin aslı, bu bile insana ağır geliyor.
O paralarla birlikte bazı kelimeler de cebime sıkıştı sanki. Eskiden ağzıma geleni rahatça söyleyebilirken, artık sözlerimi daha dikkatli seçer oldum. Çünkü istemesem de şu cümle kulağımda çınlıyordu:
"Paranı ben veriyorum, neden böyle konuşuyorsun?"
Ailem, her ne kadar "Boşver, kafana takma" dese de, bir sabah kahvaltıya geç kalktığımda “Gece yatmaz, sabah kalkmaz olmuşsun,” laflarını duymaya başladım. Dışarı çıksam, “Paran yok, nereye gidiyorsun?” soruları ardı ardına geliyordu.
Aynı apartmanda yaşadığımız akrabalarım da durmadı:
“Bir arkadaşın çalıştığı fabrika var, temizlikçi arıyorlar. Sigorta yok ama olsun, iş iştir.”
Bu sözlerde iyi niyet olabilir. Ama insanın ruhu daralıyor, giderek yalnızlaşıyor.
Kuzenimle samimiydik. Ama işte bir gün dışarı çıkacağımı duyunca şöyle dedi:
“Tabii abi, ben o kadar maaş alıyorum Kadıköy'e gitmiyorum, sen geziyorsun.”
Küçük bir cümle. Ama yüreğe saplanan koca bir bıçak gibi…
Bu dört ay bana çok şey öğretti.
Aslında çalışırken tembelmişim. Zira işten çıkar koştur koştur eve gelir sadece telefona bakardım. Şu an en azından ne zamandır boşladığım kitaplarıma zaman ayırabiliyorum. Zira tüm gün aynı şeyi yapmak gerçekten yoruyor. Bir zamanlar odamda geçirdiğim vakitler bana huzur verirken, şimdi aynı duvarlar üzerime üzerime geliyor. Eskiden keyif aldığım şeyler anlamını yitirdi. Hatta zevklerimi bile değiştirdim. Yeni şeyler arıyor, başka meşgalelerle oyalanmaya çalışıyorum.
İşsizlik yalnızca cebindeki parayı değil, içindeki hevesi, motivasyonu ve çoğu zaman kendine olan saygıyı da alıp götürebiliyor. Eğer sağlam bir psikolojin yoksa, bu sessizlik insanı içeriden içeriye kemiriyor.
Ama hâlâ yazabiliyorum.
Hâlâ anlatacak şeylerim var.
Ve hâlâ bir umut kırıntısı taşıyorum içimde.
İşsizliğin bana öğrettiği en büyük şey şu oldu:
Kendini tanımalısın bu süreç insanı kırılgan yapabiliyor.
Bir işi kaybedebilirsin, ama kendini kaybetmemen lazım.
Çünkü sen kendini ayakta tuttuğun sürece, bir gün yeniden başlayabilirsin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder