✍️ Kaldığım Yerden Yazılar

Bu blog suskunluğu yırtmaya çalışan birinin özgür olduğu bir yerdir.
lütfen evinde hisset, hoş geldin.

1 Ağustos 2025 Cuma

Çocukluk Değişti, Biz de Değiştik


 


            Tipik doksanlar çocuğu olarak mahalle abileriyle büyüm. Çocukluğumun büyük bir bölümü onlarla geçti. Onları yeri geldi akran gibi gördük nesilce. Şimdilerde çoğunlukla görünmeyen mahalle maçlarında beraber oynardık. Onlar bizden kadro kurarlardı bize taktik verirlerdi. Aşağı mahalle ile maç yapardık. Eğer kaybedersek vay halimize, abinin hışmına uğrardık. Bize çok kızardı. Sadece futbolda da değil tabi bir çok konuda bize yardımcı olduğu da olurdu mahalle abilerinin. Kimisi derslerimize yardım ederdi, kimisi dediğim gibi futbolda, kimisi nasıl kız tavlanır anlatırdı. Elbette sevmediğimiz abiler de olurdu gördüğü yerde alay malzemesi eden abiler de vardı. Bizde ki kolyeye, bilekliğe vs. “bakacağım ulan korkma” dedikten sonra “hadi şimdi git ben veririm sana” derlerdi. Ona soğuk su içersiniz tabi sonra.

            Bu devir sona erdi tabi. Ben de mahalle abisi olmak çok isterdim. Hep çocukken hayaller kurardım abi olunca şöyle yapacağım böyle yapacağım diye. Tabi sokakta çocuk bulmak mümkün değil. Varsa bile birkaç tane onlar da sana selam vermiyor tanımıyorsun bile. Klişe lafları pek sevmem hani herkesin yaptığı bir çıkarım vardır. Çocuklar tabletten başını kaldırmıyor ki sokakta oynasınlar biz şöyle oyunlar oynardık böyle oyunlar oynardık diye. Bu tabire hak vermekle birlikte eksik olduğunu kabul etmek lazım. Şeker kardeşim senin zamanın da seni bu kadar meşgul edecek bir ekran var mıydı? Senin tek derdin misketini arkadaşına kaptırmaktı. Şimdi çocuk o ekranda neler yapıyor. Kod yazan çocuk bile var ne diyorsun sen. Kaldı ki sen de o telefona gömülmüş durumdasın. Çocuk bakıyor anne telefona gömülmüş, baba telefona gömülmüş, abi, abla, amca, teyze hepsi telefonda. Çocuk yalnız. Senin zamanında GTA Vice City diye bir oyun vardı Tommy daha denizde bile yüzemiyordu. Onun oynadığı oyunlar o kadar gelişmiş ki. Az evvel dediğim gibi kod yazan, tasarım yapan, kendi kendini bu minvalde yetiştiren çocuklar azımsanamayacak kadar çok. Kaldı ki oyuncaklar geçmişten bu güne oldukça değişiyor.

            İstanbul Kadıköy’de çağdaş şairimiz Sunay Akın’ın tamamı kendi koleksiyonu olduğu, kendi kurduğu bir İstanbul Oyuncak Müzesi var. Bir çok ülkeden bir çok yıldan oyuncaklar var. Japonya, ABD, Almanya ve tabi ki Türkiye… En eski oyuncağın 1890 tarihli olduğunu hatırlıyorum. Çocukların o yıllarda çok ayrıntılı dükkan, mutfak maketleri ile oynadığını görebilirsiniz. Her parça özenle yapılmış ve muhtemelen elle boyanmış. Oldukça da çeşitli eşyaları var muhteviyatında. Yani o oyuncağı gördüğümde oturup ben oynamak istedim o kadar güzeldi. Genelde 1890’lı yıllarda çocuklara bu oyuncaklar verilmiş. Tabi dönemini de bilmek gerekir zira o dönem araba doğru dürüst bile yok ki çocuğa araba oyuncağı verilsin. Çocuklara iyi bir anne baba olabilmeyi öğretmek adına mutfak maketi vs. veriliyor. Daha sonra 1900-1910-1920’li yıllarda uçaklar arabalar görülüyor. Keza bunlar da çok fazla ayrıntılı kesinlikle üstünkörü yapılma olarak görülmüyor. Tabi bunda fabrika ve seri üretim ile alakalı. Ayrıca çağımızın sürdürülebilirlik adı altında minimize etmeyle alakalı.

            Dünyada faşizmin yükseldiği İtalya, Japonya, Nazi Almanya’sının dönemlerinde ilginçtir oyuncaklar propaganda amaçlı kullanılmış. Bebek Nazi askerleri, parti bayraklarının minik halleri, tanklar, uçaklar, zeplinler kısacası bu devletlerin kullandığı tüm araç ve gereçlerin oyuncakları yapılmış. İlerleyen yıllarda Soğuk Savaş döneminde uzay mekikleri, astronotlar, robotlar yapılmış. Keza bunlar da propaganda amaçlı. Zira Sovyet Rusya ve ABD arasında uzay savaşları mevcut.

            Her şey değişir elbette oyuncaklar, oyunlar da. Geçmişte çocuklar bunlar ile oynarken şimdilerde her şey elektronikleşmiş durumda. Elbette sokakta çocuk göremememizin bazı sebepleri var. Toplum olarak bu sebepleri ortadan kaldırmaya çalışırken kendimizi de değiştirmeliyiz. Telefona bakıyor diye kızdığımız çocuğumuza önce kendimiz telefonu bırakmayılız.

30 Temmuz 2025 Çarşamba

Bir Apartmanın Hafızası

 



            Burada genelde kendi deneyimlerimi anlatıyorum. Yeri geliyor tarihten örnekler veriyorum, yeri geliyor basit hikayeler yazıyorum. Şimdilik bu şekilde gidiyor. Ama anlatacak bir şey de bulmak zor. Bazen kesiliyor. O günlerden biri bu. Son birkaç yazımı incelediğimde bunu görüyorum. Buradan reklam geliri almak istediğimde Google bana düşük içeriklisin arkadaş dedi. O da beğenmedi yazılarımı. Acaba neden diyorum. Çevreme gösterdiğimde gayet olumlu tepkiler alıyorum. Ancak belki de ayıp olmasın diye söylüyor olabilirler. Bunu bilmek zor. Keşke şöyle objektif şekilde inceleyen biri olsa. Elbette yakınlarım da incelerken eleştiriler sunuyor ama şöyle bir gerçek var onlar beni seviyor ve bu hobimi kaybetmemi istemiyor. Bu da olur.

            Son günlerde hastane işleriyle uğraşıyorum genelde, amcam beyin kanaması geçirdi ve yoğun bakımda yatıyor. Hastanede durup durup beni soruyormuş kendisi aynı zamanda alzheimer hastası. Muhtemelen son zamanlarda yanına çok gidiyordum beni hatırlıyor olabilir. Kendisiyle garip tatlı bir ilişkimiz var aslında. Babamla sık sık kavga eder. Yıllar önce gene babamla kavga ettiği günlerden biri yolda yürürken kendisini gördüm selam verdim “bana amca deme ben senin amcan değilim” dedi. Tabi bunu ciddiye alacak değilim dediğim gibi amcamı tanıyorum. Siniri birkaç saat sonra geçecek eline telefonunu alacak eve gelecek ve “Emirhan ağzuna gurban olayım şu tilifon dönmüyor” diyecek. Telefon da arama yapıldığında telefon simgesi etrafında bir işaret dönüyor ona söylüyor dönmüyor diye. Yıllardır bana bir çift ayakkabı sözü var. Hala alacak tabi(!)

            Tabi sürekli Emirhan demesi amcamla sürekli olan iletişimimizden kendisi çocuk gibi. Babam kardeşlerin en küçüğü, amcam en büyüğü olmasına rağmen amcam gelip sürekli en basit şeyi dahi babama ve bana sorar. Bunda kendisinin okur yazarlığının olmaması ve diğer amcamların başının kalabalık olması var elbette. Genelde düğün, dernek, cenaze, sünnet, hastane ziyareti, akraba görmelerine babam temsilen gider. Amcamların hepsiyle aynı apartmanda kalıyoruz elbette bunun için. Büyük amcam da onun için yanımıza geliyor.

            Üç amcam var ve babamı da katarsak dört kardeşin dördü de birbirinden o kadar farklı ki. Hani derler ya beş parmağın beşi de bir olur mu diye aynen öyle. Benzer kısımları sadece saman alevi sinirleri bağırarak konuşmaları. Amcamları kendi evlerinde telefonla konuşurken kendi evinizden rahatlıkla duyabilirsiniz. Karşıyı da duyabilirsiniz zira o da bağırarak konuşur muhtemelen bir köylümüzle akrabamız ile konuşuyordur.

            Yakın bir döneme kadar kurban bayramlarında evimizin arka bahçesinde kurban keserdik. Şimdi hepsi yaşlandığı için bunu yapmıyoruz. Büyük bir seremoni olurdu. Bayram namazı kılındığında kahvaltı dahi edilmeden hatta babamın iki büyüğü olan amcamın acele edeceğini bildiğimizden babam her bayram “koş Emirhan amcan tosunu yatırmadan yetişelim” esprisi muhakkak olurdu camii çıkışı. Eve gelinir hızlı hızlı tulumlar giyilir, kolum kadar bıçaklar hazırlanır, aşağıya gürültü patırtı ile inilir. Her katın kapısına vurulur “hadi arkadaş inmiyor musunuz ya hu” diyerek kızılırdı.

            Kurbanda herkesin bir görevi vardı babamın iki büyüğü amcam kafayı keserdi. Onun küçüğü calaskal ve taşıma vs. işlere koşardı. En büyükleri getir götür vs. yapardı. Babamın görevi tartı pay etme etleri takip etme işleri yapardı. Kuzenler olarak da görevlerimiz vardı. Bir kuzenim kafanın derisini soyardı bir kuzenim boylu poslu olduğu için keza ben de aynı şekilde tosunu devirme tutma görevimiz vardı. Bir kuzenim etleri parçalama işleri olurdu kimisi kemikten ayırma görevi olurdu. Ancak kesinlikle herkes her sene aynı işi yapardı. Kimse ben ne iş yapayım demezdi. Ancak dediğim gibi amcamlar yaşlandı ve o koca hayvana artık güç yetiremiyoruz aile olarak.

            Biz aile olarak aile apartmanında oturuyoruz bunun zorlukları yok değil mi kesinlikle var. Ama güzellikleri de var elbette. Her şeyde bu iki mevhum muhakkak olur iyi kötü, güzel çirkin. Ama bir arada yaşıyoruz yıllardır. Yaşamaya da devam ediyoruz.

27 Temmuz 2025 Pazar

Ortak Hafızanın İzinde: Bir Milletin Kendini Hatırlayışı



 

Her toplumun ortak bir hafızası vardır. Yer adları hatta eşyalar bile belli isimlerle anılır. En bilindik örnek kağıt peçeteye “selpak” demek gibidir. Toplumda kağıt peçetenin adı artık selpaktır. Buna minibüslerde giderken o yer oradan kalkmış yerine belki bir AVM bile yapılmış olsa da hala oranın ismiyle anılması gibidir. Günümüzde züccaciyelerin ilk çıktıklarında yaptıkları slogan olan “ne alırsan bir milyon” gibi artık adlarının bir milyoncu olarak anılması gibi. Literatürde eşyalara verilen marka isimlerine jenerik marka ismi denilmekte. Bu halkın ortak hafızasını oluşturmaktadır. Bunların hepsi, halkın ortak hafızasının birer yansımasıdır. Çünkü bu milletin kendine ait bir belleği, ortak bir duygusu vardır. Bu, yalnızca günlük hayatla sınırlı değildir; tarihimizin en önemli dönemlerinde de ortaya çıkar. Tıpkı Millî Mücadele yıllarında olduğu gibi… Milli Mücadele döneminde birlikte ortak düşmanı bilip mücadele etmesi gibidir.

Birinci Dünya Savaşı olmuş Türk milleti yoğun gayretler vermiş ancak netice itibariyle kaybetmiştir bu savaşta. Tüm topraklar alınmış, tüm tersanelere girilmiş, tüm demiryollarına el konulmuş, ordular dağıtılmış halde devlet bîtap bırakılmış. Halk yoğun bir bağnazlık içinde, yiyecek ekmeği yok haldedir. Aynı Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u kuşatırken patrikliğin meleklerin cinsiyetini tartışmaları gibi düşman her yerde iken sivrisinek kanının namaza engel olması tartışılmakta idi. Ancak bilinen tek ortak hafıza vardır. Bu millet özgür olmadan yaşayamaz! Bu milletin mayası buna müsaade etmez.

İzmir işgal edildiğinde halk Kuva-i Milliye birlikleri kurmuş düşmanla gerilla taktiği ile savaşmaktaydı. Ulu Önder Samsun’a ayak basmış resmi olarak Milli Mücadeleyi başlatmaktaydı. Sonra bilindiği gibi TBMM açıldı, düşmanla savaşıldı. Milletimiz Tekalif-i Milliye Emirlerine koşarak gelmekteydi. İki çorabı varsa birini vermekteydi. Ortak hafıza bunu gerektiriyordu çünkü, zihinlerde bu kazılıydı. Netice itibarıyla düşman çizmesinden kurtulduk.

Saltanat ile kul bilinci yerleşmiş halk ayağa kalktı ve egemen olduğunu öğrendi. Bu sefer ortak hafızamız değişmeye başladı. “Padişahım çok yaşa” nidalarından “devletimiz var olsun” cümlesi yerleşti. “Padişah efendimiz doğru bilir biz köylüyüz neyimize devlet işi” derlerken halk önemli olduğunu değerli olduğunu iyiden iyiye öğrenmişti. Cahillik bir utanç kaynağı haline gelmişti.

Ulu önder böyle bağnaz bir toplumdan gözünü Batı’ya diken, çağdaşlaşma hevesine giren, kendini geliştirmeye adamış bir toplum inşa etti. Ömrü biraz daha vefa etseydi belki II. Dünya Savaşı dönemini de yönetseydi bugün bambaşka bir Türkiye’den söz edebiliyor olurduk. Ancak tarih acabalarla ya da ya öyle olsaydılar ile yürümüyor. Dönemin konjonktürüne göre ilerler.

Günümüzde halkımız yeniden bağnaz duygulara ortak hafızasında ki bilgileri silinmeye yerine bağnaz fikirlerin dolduğu bir durumda. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi bu hafıza bir gün yeniden ayyuka çıkacak ve millet yeniden silkelenecektir. Benim buna inancım oldukça yüksek. Gücümüzü gayet iyi biliyorum. Tıpkı Milli Mücadele döneminde ki gibi birleşeceğiz bir olacağız. Zira dönemimiz aynı mütareke yılları gibi.

25 Temmuz 2025 Cuma

Yazmak İstiyorum, Sadece Yazmak

 



Bir şeyin nicel değeri ne kadar artarsa nitel değeri o kadar azalır. Bunu  piyasadan örnek verebiliriz. Örneğin bir sene domatese don vurur az çıkar o sene domates fiyatı birden artar adeta altın değerini alır çiftçi bunu görür domates para ediyormuş der o sene herkes domates eker bu sefer de domates para etmez tarlada kalır. Ben de aynı düşünceye girdim. Sürekli bilgisayarı her açtığımda yazmak istiyorum bu sefer buranın değeri düşer mi acaba diyorum ama gerçekten o kadar çok yazmak istiyorum ki burası bana o kadar iyi geliyor ki anlatamam. Sadece kelimeler yazmak istiyorum. Anlamlı anlamsız yerli yersiz. Cidden aklımda hiçbir şey yok.

Ne yazmalı? Sürekli insanları bilgiye de boğmak istemiyorum. Hoş ne biliyorum ki de yazıyorum. Yarı buçuk bir tarih bilgim var. Birkaç yazı yazdım. Hikayeler yazmak istiyorum kurgu pek yapabildiğim bir şey değil. Gerçekten sadece yazmak. Edebiyat parçalamak da istemiyorum. Cidden çok sinirlenirim okuduğum kitapta şöyle bir cümle ile karşılaştığımda. “Siniri şakaklarında adeta boncuk boncuk beliriyor aşağı süzülüyordu.” Bu ne şimdi? Siniri tere nasıl benzetmek bu. “teşbihte hata olmaz” derler ama cidden okuyucuya da zorluk çıkaran bir şey olduğuna inanıyorum böyle süslü cümlelerin. Uzun müddettir roman okumuyorum. Belki de bu yüzdendir. Yazı yazarken oldukça düz ve sade bir yazıyı tercih ederim. Edebî metinler de elbette hoşuna gidenler vardır. Buna saygı da duyuyorum. Benlik değil ama buna karar verdim. Hoş bir edebiyatçı falan değilim. Uzman falan da değilim. Amatör bir yazarım.

Lisede hep yazar olmak istemiştim. Carpe Diem Kitap Yayınlarından Ömer Sevinçgül’ün “Yazar Olmak İstiyorum” kitabını adeta ezberlemiştim. Çok güzel bilgiler veriyordu kitap. Bugün maalesef hiç biri aklımda değil piyasada da bulamıyorum. Oldum olası bilgisayardan tabletten telefondan PDF şeklinde kitap okumaktan nefret etmişimdir. Benim kitap okuma tarzım kitabı bizzat eline almaktır. Romantik yazarlar gibi “kitabı elinize alıp kitap kokusunu hissetmelisiniz, bayılırım kitap kokusuna” demiyorum. Ancak kitap okurken mutlaka elimde bir kurşun kalem olur ve kitabı okurken altını çizer kenarına notlar alırım. Çoğu insan beni linçleyecektir kitaba zarar veriyorsun diye ama kitap benim tarzımda böyle okunur. Atatürk’de kitaplarını aynen böyle okurmuş. Askerde okurum diye yarım bıraktığım iki kitabımı götürmüştüm. Orada kitaplar incelenip veriliyor askerlere. Siyasi bir şey var mı, ahlaka mugayir mi vs. diye. Herkesin kitabı incelendi benim ki bir türlü gelmedi. Komutanlara çıkıyorum yalvarıyorum falan. En son bir komutanım çıktı dedi ki “amcık o kadar çok yazı yazmışsın ki kitaba, okuyana kadar iflahım sikildi. Anca bitirdim.” Tabi dünyada en çok küfrün askerde edildiği unutulmamalıdır.

Konumuza dönersek. Dediğim gibi yazar olmak çok istiyordum. O zamanlar internet de pek yaygın değildi. Telefonlarımızdan 0.facebook’a giriliyordu. O teknolojiye bile hayret ediyorduk. Dediğim Ömer Sevinçgül’ün kitabını okulun kütüphanesinde bulmuştum. Bir günde bitirmiştim. Sonra tekrar tekrar ve tekrar okumuştum. Her hafta kütüphaneye gittiğimde oradaki memur bile alışmış “o kitabı gene yeniletmeye geldin değil mi” derdi. Yazarın kendisi okumasa da burayı çok teşekkür ederim.

Lisede yazıyordum ama o kitabı okuduktan sonra daha çok yazmaya başladım. Ama o günkü yazılarımı görseydiniz aman aman. Çok komiklerdi. Kendimi önemli bir kişi sanıp bilgiler verip kanaat önderi gibi yazıyordum. Çok sürmedi uzun müddet ara verdim. Yazmayı yine seviyordum ama yazmayı bilgi vermek sandığım için yazmaya değer bir şey bulamıyor bunun için yazmıyordum. Ara sıra gene bir şeyler karalıyordum ama kayda değer şeyler değildi. Ta ki işsiz kalıp buralara düşene kadar. Bu kadar sık yazı yazdığımı gerçekten sadece lisede olduğuna eminim. Baya roman yazmaya bile kalkmıştım. Tabi zorluklarını daha ilk paragrafı yazdığımda kavramış çok büyük bir alt yapı gerektiğine kâni olmuş bırakmıştım. Yazılarımı basmaya bile yeltenmiştim. Gerçekten çok komik. O on beş yaşında ki velet baya baya kendini kanaat önderi sanıyor, fikirlerini tüm memleketin duymasını istiyordu. Çok garip…

Şu an burada yazma yeri bulduğum için çok mutluyum içimde on beş yaşımdaki heyecan yeniden filizlendi. Elbette daha olgun daha mütevazı. Korkulacak bir şey yok. Dünyayı ele geçirecek planı hazırlayacak kabiliyette olmadığımı biliyorum artık.

23 Temmuz 2025 Çarşamba

Bir Erkekten Fazlası Değilim, Ama Yazdım



 

Aklımda hiçbir şey yok. Sadece yazmak için oturdum. Kelimelerin yüklenmesini bekliyorum. Saat iki ye yaklaşıyor. Günün yorgunluğunu atmaya çalışıyorum bu yazıdan neyden bahsedeceğimi de bilmiyorum açıkçası. Sabah kalktığımda ev süpürdüm uzun müddettir sadece kendi doğal alanımı temizlerdim. Evin diğer alanlarıyla ilgilenmezdim ailem şehir dışına çıktığı için biraz sorumlu davranmak istedim. Bulaşıkları dizdim vs. takdir beklemiyorum elbette. Her erkeğin beklentisidir “aferin kadına yardım ediyor ataerkil değil” lafını duymak isteriz. Bunu en modern erkek bile duymak ister. Beyler lütfen şimdi birbirimizi kandırmayalım.

Elbette bu yetiştilme tarzımızla alakalı ve toplumla da alakalı zira kibar bir toplum olmadığımız aşikar. Haliyle o kadar kil arasından yakut sırıtır. Biz bunu istiyoruz. Misal genelde erkek çocukları evde yardım ettiğinde “aslan oğlum annesine yardım etti” lafı duyulur.  Gerçekten kadınların yükü çok fazla ve bu toplumda kadın olmak çok zor. Kadınlar erkek diye bir varlığı sevip koynuna alıyor bunun için bile teşekkür etmek gerekir.

Kadın olmak şöyle zor böyle zor diyip kafa ütülemek bilgiçlik taslamak istemiyorum çünkü yıllardır duyulan bilinen şeylerden bahsedeceğim ayrıca bir erkek olarak kadınlığın ne kadar zor bir şey olduğunu anlatmam abesle iştigal edecektir. Kadınlığın zorluğunu bile erkekler anlatıyor. Sus be herif sana mı kaldı? Her ay vajinasından kan akan ve iki büklüm olan kadın sana dayanıyor sen mi bileceksin? Vel hasılı kelam kadın olmak zor birader.

Çocukken annem de babamda çalıştığı için ablam tarafından büyütüldüm desem yalan olmaz. O da çocuk sayılırdı. Neyse efendim, kendi başıma söküklerimi dikmeyi öğrendim. Makarna haşlamayı, yumurta kırmayı, temizlik yapmayı. Geçmiş dönemlerde bu işlerin hepsine kadın işi deniliyordu. Hala öyle düşünenler de olsa şükür ki artık düşünenler gayet azaldı. Bir arkadaşımın tespiti bu aynen aktarıyorum. “insanlar eskiden kadın iş yapar eve bakar derken şimdi hiç öyle insan kalmadı erkeklerin de öyle bir beklentisi de kalmadı artık.” Bu söz o kadar haklı ki zira roller eşitlendi. Kentleşmenin verdikleriyle kadın da erkek de çalışır oldu. Roller değişti demiyorum cinsiyetsizleşti.

Kentleşmenin getirdiklerinden biri de boşanmaların artması oldu. Eskiden boşanmaya aile faciası gözüyle bakılırken şu an da artık iki insan birbirlerini çok seviyor da olabilir ama aynı evi paylaşamayınca anlaşarak boşanabiliyor. Bu gayet doğal bir şey. Boşanmak aile faciası değil. Bunu idrak etmek gerekir. İnsanlar barışmak için çocuk yapıyorlar sonra olmuyor çocuk zarar görüyor. Boşanın. Gerçekten BOŞANIN.

Elbette kadın erkek hala Türk toplumunda eşit görülmüyor. Hala kadın cinayetleri oluyor. Maalesef ki İstanbul Sözleşmesi feshedildi. Kadınlar ülkemizde hâlâ abi, kardeş, eş, çocuk, sevgili, hatta yedi yabancı tarafından öldürülüyor. yirmi birinci yüzyılda bu çok acı bir gerçek. Özgecan Aslan’ı kaçımız hatırlıyor. Anıt sayaç sitesine her gün bir kadın ekleniyor.

Ben bir yargı, bir karar mecii değilim. Basit bir vatandaşım. Benim haddime değil kadın haklarını savunmak. Kadınlar gayet iyi savunuyor elbette. İstediğim tek şey insanların ölmemesi. Sadece yemeği geç hazırladı diye insan öldürülmez. Ölüm basite indirgenmez. Velev ki kadın aldatsa bile. Sen kimsin ki öldürüyorsun. Kadınlar ağzımıza sıçsa bile elhamdüllillah demek zorundayız. Sen erkek olarak tüm yaradılış efsanelerinde ilk yaratılmışsın. Yüce yaratıcı demiş ki sen nefsine yenik bir karaktersin ben senin mantıklı olanını yaratayım. Hatırla, ömründe dediğin ilk kelime anne. Kadınlara bağımlı varlıklarız. Kadın olmasa bu evrende iğrenç maymunlar gibi yaşarız. Ömrümüz boyunca tıraş olmaz, onu bırakın yıkanma gereği bile duymayabiliriz. Hatırla yine lisedesin ders boş çocuklarla uzun eşek oynuyorsun küfür kıyamet gırla. Birbirinize pandik atıyorsunuz. Hop sınıfa bir kız giriyor herkes kendine çeki düzen veriyor bir ne oluyoruz diyor. Ama beğenilme duygusuyla yapıyorsun bunu ama saygıdan ama insanlığın geliyor aklına.

Yine konudan konuya atladığım bir yazı oldu ama inanın saniye durmadım yazarken. Aklıma ne geldiyse yazdım. Bunu cidden seviyorum içimden geçenleri yazıya dökmek rahatlatıyor. Kafamda çevirmek beynimi uğultulara sokuyor. Bir hadsizlik ettiysem kusuruma bakılmasın.

20 Temmuz 2025 Pazar

Ablalık: Kavga, Kaos ve Koşulsuz Sevgi




Çoğu insan kardeşiyle kavga etmiştir. Evde hır gür bir dönem eksik olmamıştır. Bizim evimizde de öyleydi bu durum. Benden altı yaş büyük bir ablam var. Kendisiyle sık sık bu durumu yaşarız. Gerçekten çok büyük kavgalarımız da olmuştur. Ama her seferinde de bir sıkıntı olduğunda kenetlenmeyi de başarmışızdır. Annem çalışan bir kadındı. O sebeple bana hep ablam bakmıştır. Ablam çocukluğumdan beri o kadar etkilemiştir ki beni bugün beni ben yapan yegane etkilerden biridir. Abla mevhumu erkek çocuklar için farklı bir mevzudur.

Sekiz ya da dokuz yaşındayım. Ablamla gene bir şeyden gerilmişiz bir o beni kovalıyor bir ben onu kovalıyorum. Doksan nesli çocukları gibi terlik en büyük silah. Havalarda uçuşuyor. Sonra birden beni yatak odasına kilitledi. Ben sinirime hakim olamamış elimi yumruk yapıp birden cama yerleştirmiştim. Cam kırılmıştı. Kırılmasıyla ben de şok olmuştum, beklemiyordum. Ama o kavga birden bitmişti. Elim kolum kan içindeydi başta hissetmemiş de olsam. Hemen ablam bana sarılmıştı iyi misin demişti ama olan olmuştu. Gergin şekilde annemi babamı bekledik. Babam gelmişti kızmamıştı bize ama annem sadece ya bir şey olsaydı diye kızmıştı. Kriz son bulmuştu. Ama bu ilk cam kırmamız değildi.

Biraz daha büyümüştüm. Yine bir abla- kardeş savaşında silahımı kullanmış terliği fırlatmıştım balkon camı inmişti bu sefer. Annem eve geldiğinde baktı ki perde havalanıyor başta şaşırdı perdeyi kaldırınca gördü sonucu. Bir keresinde de kapıyı yerinden sökmüştük annem çok kızacak demiştik ama annem görür görmez kahkahayı basmıştı. Bunu takan adam bile zor taktı siz bu kasadan nasıl çıkarabildiniz bunu demişti.

Sadece kavgalarımız olmazdı tabi. Annem hastanede çalıştığı için nöbetlere kaldığı günler okula o kaldırırdı. Kahvaltı ederdik. Akşam yemekleri yapardı bize. Öğretmiştir bir kaç şey hatta bana. Beraber yemekten sonra sohbet ederdi benimle aynı akranı gibi.

Ablamla çok zıt iki kutubuz. Hala dünya görüşünü anlamış değilimdir kendimce. Ama bana o kadar iyi gelir ki kendisi. Onun varlığı beni mutlu eder. Asla hoşlanmaz onu öpmemi bıyıkların batar der sarılmamdan hoşlanmaz ama biliyorum ki kalbinde beni sevdiği büyük bir bölüm var.

Geçenlerde annem ve babam şehir dışına gittiler evde ablam ve ben kaldık. İnanın bana 72 saattir kavga etmiyoruz sanki iki meleğiz. O benden bir şey istiyor ben koşa koşa yapıyorum ben ondan bir şey istiyorum o koşa koşa yapıyor. Sanki evde her gün harp çıkartan biz değilmişiz gibi. Ablamı yeniden tanıyorum sanki. Kedi köpek gibi yiyen birbirini biz, bambaşka davranıyoruz. Ancak ekstra çaba gösterdiğimi gizlemiyorum elbette bir şey istediğinde gerçekten kavga çıkmasın diye yapıyorum.

Kız arkadaşıma sorduğumda da aşağı yukarı benim gibi anlatıyor ablasını. Yani ablalar genelde böyle oluyor sanırım. Teyze anne yarısı diyen halt etmiş asıl anne yarısı abladır.

19 Temmuz 2025 Cumartesi

Yürümeyen Ülke: Türkiye’nin Ayak Direyişi

 



Bugün sosyal medyada gezerken bir haberle karşılaştım. Avrupa'nın en az yürüyen ülkesiymişiz. %3.8 oranında insanımız günde 30 dakika yürüyormuş. Bunu % 5.6 ile İspanya takip ediyor. Ardından Yunanistan da peşinden % 8 ile onu takip ediyor. En çok yürüyen Avrupa ülkesi Hollanda % 44 ile listenin başında yer alıyor. Bu saydığım ülkelerin demografik yapıları, alt yapıları, sağlık durumları hatta enlem boylam farkları bile bu durumu etkilemektedir.

Yürümeyen bir ülkeyiz kabul etmek lazım. Aslında Süleyman Demirel “yürümekle yollar aşınmaz” diyerek bizi yürümeye teşvik etmişse de yürümüyoruz. Bir de Orta Asya'dan buralara kadar yürüdüğümüz için artık yürüme ihtiyacı hissetmiyoruz. Şaka bir yana yürümememizin bir çok etmeni var. bir kere diğer saydığım ülkeleri de göz önüne alırsak aynı enlemde olduğumuz İspanya ve Yunanistan da az yürüyor. Akdeniz ülkesiyiz ve tembeliz. Aynı zamanda bu ülkeler ve Türkiye'de dahil gayet dağlık ülkeler. Düz yol gerçekten yok. Aksine Hollanda Konya Ovası gibi dümdüz bir ülke. Tabi bunun sadece düzlükle de alakası yok. Demin de saydığım gibi bir çok etmenler kültürel faktörler de etkili.

Bir kere Türkiye'de bir deyim vardır. “At, avrat, silah.” bineğe, kadınlara ve silaha oldukça düşkünüzdür. Arabamız bizim için çok önemlidir. Dişimizden tırnağımızdan arttırıp aldığımız arabamıza gözümüz gibi bakarız onunla hava atma yarışına gireriz. Dünya da bir kaç yüz dolara alınan arabalar burada bir servet değerinde olduğu için araba bir statü göstergesi haline geliyor. Haliyle tuvalete dahi arabayla gidiyoruz. Gurbetçilerimiz binlerce kilometreyi uçakla gelmek yerine arabalarıyla gelip statülerini gösteriyorlar. Bir de tabi “parayı bulan herif önce arabayı sonra karıyı değiştirir” lafımız vardır. Yine arabaya verdiğimiz önemi gösterir bu.

Alt yapı sorunlarımız da elbette var çoğu yerde yolda yürürken kaldırım bitiyor. Kaldırım biter mi? Bitiyor işte birden kendinizi yolun ortasında arabaların önünde buluyorsunuz. Kaldırıma park etmiş arabalar. Parklar, yürüyüş yolları da oldukça az ülkemizde. Çok fazla betonarme yapılar arasında ağaç görmeye bile hasretiz. Zaten on metrekare çim gördüğümüzde de oturup mangal yapan bir toplumuz. Ayrıca sokaklarımız da oldukça emniyetsiz ıssız aydınlatma eksik. Yani yolda gece yürürken birinin sizi kesip atması işten bile değil.

Uzun çalışma şartlarımız da bir etmen daha Avrupa'da insanlar haftada otuz saat çalışırken Türkiye'de haftalık kırk beş saat çalışma durumu var aynı zamanda mesailer de var. eve gidip yatağa kendinizi atmaya yer arıyorsunuz ne yürümesi. Kaldı ki depresyon oranı en yüksek ülkeyiz. %38 ile ikinci sıradayız. Biliyorsunuz ki depresyon vücutta hasıl olduğunda hareket minimuma iniyor. İnsan kıpırdamak dahi istemiyor. Bu da yürümememizin ayrıca bir etmeni. Bir de sigara kullanımı var ki o da içler acısı. Avrupa'nın en çok sigara içen ülkesiyiz. Haliyle iki adım atınca nefes nefese kalıyoruz.

Sonuç olarak fazla yürümememizle birlikte kalp, tansiyon, şeker hastalıklarıyla obeziteyle boğuşuyoruz. İnsanlarımız mutsuz hayatı geçinmek üzerine kurulu. İnsanlar sadece yaşıyor, hayattan zevk almıyor. Tabi bunda ekonomik durumda etkili. Yoğun bir kriz ile boğuşuyoruz. Hollanda yürüsün dursun sıkıysa Türkiye'de yürüsün. Oralarda yürümek kolay.

Hırs, Korku ve Biraz Umut

              Yeni işimde pek huzurlu olduğum söylenemez. Mola verdiğimde acaba bir şey derler mi, yeterince arama yaptım mı, iyi mi konuşuy...