✍️ Kaldığım Yerden Yazılar

Bu blog suskunluğu yırtmaya çalışan birinin özgür olduğu bir yerdir.
lütfen evinde hisset, hoş geldin.

17 Temmuz 2025 Perşembe

Yetmişli Yıllar: Türkiye’nin Ateşle İmtihanı

 



Türkiye çok zor zamanlardan geçmiştir. Kurtuluş Savaşı, Büyük Buhran, 2. Dünya Savaşı, ekonomik krizler bunalımlar derken sayısız krizler yaşamıştır. Ama bir süreç var ki o süreçte Türkiye'nin büyük kanayan yarası olmuş yıllarca devam etmiştir. Siyasiler de bu yarayı kapatmak yerine iyice kanatmışlardır. Her gün olan siyasi ölümler, suikastlar, kavgalar, adam kaçırmalar, soyulan bankalar sağ-sol davaları... Türkiye'nin yetmişli yıllarına gidelim beraber.

Bu süreci anlatabilmek için biraz gerilere gitmeliyiz öncelikle. On yıl kadar geriye. 27 Mayıs 1960 darbesi yapılmış ordu sokağa inmiştir. Ancak kendilerinden beklenmedik şekilde 1961 yılında öyle bir anayasa çıkarılmıştır ki Türkiye o döneme kadar böyle bir özgürlükçü bir anayasaya ile yönetilmemiştir. Bugün bile öyle bir anayasaya sahip değiliz. Temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, anayasa mahkemesinin kurulması yargı bağımsızlığı, sendikalar, grev hakkı, üniversite özerkliği getirilmiştir. 27 Mayıs darbesinin önemli isimlerinden biri olan Cemal Madanoğlu üniversite hocalarına danışarak bir anayasa hazırlanmasını istemiştir. Bu hocalar; İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mensupları Sıddık Sami Onar, Naci Şensoy, Hüseyin Nail Kubalı, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Tarık Zafer Tunaya gibi isimler anayasayı hazırlamışlardır. Başbakan Nihat Erim bu anayasa için Türk Milletine bir gömlek büyük gafını yapmıştır.

Yetmişli yıllarda ki büyük sağ- sol çatışmasının kalbi üniversitelerde atmıştır. Bunun yine sebebi az önce bahsettiğim üniversite özerkliğidir. 1961 anayasayı üniversitelere özerklik vermiş özgürlüklerini savunmuştur. Tabi bu sadece bir etmen değildir. 1950'den itibaren Demokrat Parti'nin “küçük Amerika olacağız” politikası Amerikan emperyalizminden bıktırmış ve 1964'te ki bomba gibi düşen Johnson mektubu bu Amerikan nefretini körüklemiştir. Bu mektup Türkiye'nin adeta bir Amerika güdümünde olduğunu hatırlatmıştır. Ayrıca tüm dünyada büyük yankı uyandıran 1968 Prag Baharı ve onun ürettiği 68 kuşağının çocukları yetmişli yıllara damga vurmuşlardır. Üniversiteler kendileri tarafından seçilen yetkili öğretim üyelerinden kurulan organlar eliyle yönetilmesi bu kalbin atmasını sağlamıştır.

1968 yılında masum öğrenci olayları olarak başlayan hareketler 1971 sonrası dehşet verici şekilde nitelik değiştirerek ideolojik çatışmalara dönmüştür. 18 Aralık 1967'de İlahiyat öğrencisi Ruhi Kılıçkıran' ın çıkan üniversite olayları sırasında ağır yaralanması 1968 yılında ise ölmesi fitili ateşlemiştir. İlk kan dökülmüştür. Akşam Gazetesi köşe yazarı kendisine gelen mektupta olayın aslının Ruhi'yi vuran şahsın solcu değil Adalet Partili birisinin olduğunu söylemiştir. Milli Türk Talebe Birliği bir açıklama yapmış ve aynı cebir ve şiddetle karşılığını vereceklerini söylemiştir. Sahne kapanmış demokrasi kana bulanmıştır.

Daha sonrası çorap söküğü gibi gelmiştir. Sağda Ülkü Ocakları, Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği (TKMD), Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) gibi örgütler solda Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF), Dev-Genç, Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) gibi örgütler hızla güç kazanmaya devam etmişlerdir. Mecliste partiler birbirlerine girerken halk da sokakta birbirini kırmaya başlamıştır. Burada bir örgüt öne çıkmıştır ki sitemli eğitim verilmiştir. Ülkü Ocaklarında ki gençler kültür fizik hareketleri, dövüş, koşu eğitimleri verilmiş adeta bir komando yetiştirilmiştir. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) genel başkanına bu sorulmuş “hayır biz gençleri komando olarak yetiştirmiyoruz sadece onları kötü alışkanlıklardan uzak tutmak için bu eğitimleri veriyoruz” demiştir. Ancak bu eğitimler ileride kullanılacaktır.

Türkiye'ye bu demokrasi fazla gelmiş ve 12 Mart 1971 Muhtırası ile anayasanın yeniden düzenlenmesi sonucu görülmüş anayasanın adeta kolu bacağı kırılmıştır. 11 ilde sıkıyönetim uygulanmaya başlanmıştır. Siyasi gençlik örgütleri kapatılmıştır. Sendika toplantıları yasaklanmıştır. Grev ve lokavt yasağı getirilmiştir. Hükümetin bu hareketi siyasi oluşumları yer altına kaydırmıştır. 1972'de Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edilmiştir. Ancak daha sonra asker kışlaya çekilmiş ortam yine siyasilere kalmıştır. Demokrasi adına sevindirici bir olay olmuş Necmettin Erbakan- Bülent Ecevit yani Milli Selamet Partisi (MSP) ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) koalisyonu olmuş hatta bu koalisyon sayesinde Kıbrıs Barış Harekatı zaferle sonuçlanmış halk kenetlenmiş kısa bir süre adeta kavga gürültü olmamıştır. Ancak MSP' nin dini söylemleri artmış koalisyon uzun ömürlü olmamıştır. Ardından gelen Adalet Partisi ( AP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), Milli Selamet Partisi (MSP) Milliyetçi Cephe koalisyonunu kurmuşlardır. Bu koalisyon devletin başına örülmüş büyük bir çorap olacaktı. Mecliste artan ayrılıkçı ve ayrıştırıcı söylemler toplumu iyice birbirinden ayırmış Kıbrıs Harekatında ki birlik aniden bozulmuştur. Öyle bir olay olacaktı ki kan oluk oluk akıyor olacaktı.

1 Mayıs 1977 Kanlı 1 Mayıs olarak adlandırılmıştır. Bu olay bugün bile meçhul görünse de Türkiye'de ki Amerika destekli Kontrgerilla denilen örgüt bu olayda olduğu söylenmektedir. Taksim Meydan'ında işçiler toplanmış DİSK genel başkanı Kemal Türkler konuşma yaparken kürsüye doğru o dönem ismi İnter- Continental oteli olan otelin çatısından uzun namlulu silah ile atış yapıldığı iddia edilmektedir. Kalabalık birden karışmaya ve izdiham olmaya başladı. Bu sırada da panzerler alanlara dalmış son sürat alanda insanlar varken sürmeye başladılar hatta o sırada bir kişinin üzerinden geçilmiştir. Bir polis arabasından da havaya rastgele ateş açılmaya başlamıştır. Orada ki halk panik ile Kazancı Yokuşuna yöneldi. Ancak ilginçtir ki yokuş bir kamyon ile kapatılmıştır. Halk ezilme ve boğulma sonucunda DİSK'in açıkladığı rakama göre 1 kişi panzer altında ezilmek 5 kişi silahla vurulmak suretiyle 36 kişi ölmüş 130 kişi yaralanmıştır. Olaylardan sonra hala daha 1 Mayıs Taksim'e kapatılmıştır.

Her gün gazete haberleri sağcı gençlerden 3 kişi solcu gençlerden 2 kişi ölmüştür şeklinde küçük kupürlerde haber vermeye devam etmektedir. Günlük haberler artık sıradan hale gelmiştir. Türkiye şehir şehir sağcı- solcu olarak ayrılmaya giderek devam etmekteydi. Hatta İstanbul mahalle mahalle cadde cadde bölünmüştü. Bir gün sağcıların olan sokak ertesi gün solculara geçiyordu. Artan bu olaylarda siyasiler yatıştırıcı politika izleyeceğine iyice körüklüyor oy malzemesi haline getiriyorlardı. Hatta DİSK genel başkanı Kemal Türkler suikasta kurban gitmiştir. Olaylar tüm hızıyla devam etmektedir. Ta ki 12 Eylül 1980 cuma günü saat 04.00'a kadar...

İlginçtir, sıkı yönetim var devletin polisi vs. var iken bitmeyen olaylar bu dakikadan sonra bıçak gibi kesilmiştir. Kimse çıt çıkarmamıştır. Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren'e bu soru sorulmuştur neden darbeyi daha evvel yapmadınız diye. Kendisi “şartlar olgunlaşmamıştı” demiştir. Naçizane Türkiye'nin bir dönemine damga vuran yetmişli yılları anlatmaya çalıştım. Bu zor dönemler geldi ve geçti daha zor dönemler geldi. Türkiye'nin sınavı hiç bir zaman bitmedi.

14 Temmuz 2025 Pazartesi

Bir Millet Meselemiz Var

 


Sokağa çıktığınızda eğer kenar mahallelerden birinde yaşıyorsanız Suriyelisi, Afgan'ı, Pakistanlısı, Rus'u, Özbek'i sayısız milletten insanla karşılaşırsınız. Türkiye'nin demografik yapısı son on yılda inanılmaz değişikliğe uğradı. Bununla beraber gelen sorunlar da baş gösterdi. Alt yapı sorunları, eğitim, sağlık vs. gibi zaten yetersiz olan hizmetlerimiz daha da yetersiz gelmeye başladı. İlerleyen yıllarda daha da çok sorun çıkacağına garanti verebilirim. Sadece hizmet sorunu da değil elbette çok fazla da kültürel sorun ortaya çıkmış durumda. Türk halkı yoğun bir ırkçılık yapmaya bu milletlerden nefret etmeye başladı. Elbette bu milletlerin Türk Halkına entegrasyonundan kaynaklı bu durum. Son dönemlerde insanlar bu durumdan bıkmış durumda ki milliyetçi partilere oy vermeye o partiler yükselişe geçmeye başladı. Ancak bir sorun var...

Türkiye'ye Türkçülük Enver Paşa, Ziya Gökalp gibi isimlerle kamuoyuna sunulmuştur. Sebebi ise Fransız İhtilali'nden sonra artan milliyetçilik akımı ile o dönem Osmanlı'da Osmanlıcılık ve ümmetçilik kâr etmemeye başlamıştır. Osmanlı kendini kurtarmaya topraklarını artık kaybetmemeye çalışmaktadır. Atatürk de bu isimlerden etkilenmiştir. Atatürk'ün doğduğu Selanik' de artan Rumların bağımsızlık hareketlerini görerek büyümüştür. İmparatorluk parçalanma aşamasındadır. Bu minvalde üniter bir devlet kuruluyor ve anayasada seksen sekizinci maddesinde “Türk ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur.” maddesi Türklükten ne anladığımızı gösterir niteliktedir. Atatürk'ün ne mutlu Türküm diyene sözü de yine bu minvaldedir. Yani kendini Türk vatandaşı hissediyorsan bizim halkımızdansındır, denilmektedir.

Ancak öyle bir dönem geliyor ki I. Dünya Savaşı'nın intikamını almak isteyen devletler içlerinden yoğun ırkçı hatta kafatasçı liderler çıkarıyorlar. Mussolini ve Hitler boy, saç rengi, göz rengine bakarak ırk tespitleri yapmaya başlamıştır. Bu dönemlerde de Türkiye'de çalışma yapan Arif Nihal Atsız ve Zeki Velidi Togan gibi isimler Türkçülüğü aynen Batı'da gördükleri milliyetçilikle harmanlamış abuk bir görüş çıkmıştır ortaya. İnsanların bıyık boyu, kafasının arkasında ki çıkıntılar araştırılmıştır.

Sonuç olarak Enver Paşa'nın Ziya Gökalp'in savundukları Türkçülük ve Turancılık yine bir nebze bu toprakların ürünüdür. Günümüz Türkçülük fikirleri ise ikinci dönem Türkçülerin ürettiği kafalardır.

Şöyle bir gerçek kesinlikle göz ardı edilmemelidir. Dünyada da şu an kesinlikle eskiye dönüş hakim yeniden sanki Hitlerler gelmiş gibi siyasetçiler konuşmalar yapıyor. Bu elbette artan mülteci sorunu ile alakalı bir durum.

13 Temmuz 2025 Pazar

Son Otobüs

 



İşten çıktım. Patronla kavga etmiştik. Bugün imzaladığım bir belgeye, dalgınlıkla dünün değil de 12.05.1987 tarihini atmışım. Yine bağırıyordu. Bu sefer başımı öne eğmedim. Yetti artık dedim paltomu aldım çıktım işsizdim şu an. Boş boş yürüye yürüye akşamı etmiştim. Yolumu uzattım. Kartal sahil yolu daha yeni yapılmıştı. Denizi büyük kayalarla dolduruyorlardı, ilk kez böyle bir şeye şahit oluyordum. Denizi doldurmak… Bir insan hayatında kaç kere görür ki böyle bir şeyi? “Nasıl olmuş” diye merak ettim. Sahilden geçip durağa öyle varacaktım.
Otobüs gelmek bilmedi. Saat epey geç olmuştu, hava kararmıştı. Herkes birer ikişer gelip bindi, gitti. En sonunda ben ve hırpani kılıklı, boyca bana benzeyen, yaşına göre dinç sayılabilecek bir amca ile kaldık baş başa. Adamdan korkmadım değil ama sakin birine benziyordu. Derin bir nefes verip bana soru sorması sessizliği bozmuştu. “evladım, saati söyler misin?” “on bire geliyor, amca.” “teşekkür ederim. İnsanlar saati sormak için birbirlerine bakıyorlar. Şimdilerde artık bileklerinde saat taşıyorlar. Adım sayıyor senin için ama boşa, sanki.” içimden geçirdim: Adım sayan saat mi? O ne demek öyle? Belli ki amca ya sarhoş ya deli. Benim boş boş baktığımı anladı ve devam etti "deli olduğumu düşünme şimdilerde insanlar en ufak buhranlarında psikiyatristlere koşuyorlar tonlarca para ödüyorlar sayısız antidepresan kullanıyorlar" "psikiyatri ne amca?" "ruh doktoru, insanların bunalımları bir moda oldu. kendini depresyon adı altında farklı göstermeye çalışıyor"

Amca kafamı karıştırmıştı neler söylüyordu. Merak da sarmıştı beni acaba neredendi bu insan kimdi neciydi? Sanki şaşırmamışcasına konuşmaya devam ettim konuyu değiştirmek istedim en azından saçma sapan konuşup kafa ütülemezdi. “havalar da bayağı serin oldu amca sanki?” “haklısın bayağı serin gerçi kar bile yağmaz oldu İstanbul'a artık. Arabalar arttı yüksek gökdelenler çoğaldı kar İstanbul'a küstü.” Durdu ardından sakince devam etti. “eskiden yollarda sık sık buzlanma kazaları oluyordu. Boğaza yapılan üçüncü köprüde hiç kaza olmuyor.” iyiden iyiye sarhoş olduğuna emindim gerçi konuşurken ağzı kaymıyordu ama saçmalıyordu anlattıkları hayal ürünüydü şu an ikinci köprü inşaatı güç bela yapılıyor. Artık bu morukla dalga geçmek istiyordum. “oldu olacak denizin altından da yol geçse değil mi?” “doğru ya Avrasya Tüneli girişinde sık sık trafik oluyor. İnsanlar karşıya geçmeye çalışırken.” Denizin altından tünel mi? Çok garip geçenlerde başbakan bununla ilgili bir şeyler söylemişti amca gelecekten mi geliyor acaba dedim içimden. Söyledikleri ilgimi çekmeye başladı en azından otobüs gelene kadar biraz eğlenirdim. “otobüs gelmedi hala keşke bir şey olsa da oyalanabilsek. Ne bileyim şuracıkta bir televizyon olsa seyretsek. Gerçi elektriği nereye takacağız değil mi?” Amcadan gene ütopik bir şey bekliyordum dese ya insanlar televizyonlarını ceplerinde taşıyacaklar diye. Amma komik olurdu. Dediklerimi sanki içine çekmiş gibi derin nefes aldı konuşmaya başladı. Sanki içimdekileri okumuştu. “insanlar artık telefonda her şeyi yapabiliyorlar eskiden masamızın üzerinde duran telefon insanların bir uzvu haline geldi. Dediğin gibi televizyon bile seyredilir oldu.” Vay be demek masadaki telefondan televizyon seyredeceğiz. O şeyde bir şekilde ekran olacak demek ki. Devam ettim. “eee o telefon daha neler yapıyor?” “neler yapmıyor ki insanlar ellerinde o telefonda sürekli haberlere bakıyor eskiden günlerce konuşulan bir haber artık saniyelik konuşulup geçiyor. İnsanlar başları sürekli öne eğik sağa sola yürürken birbirlerine bakmıyor. Sadece birbirlerine bir kaç kelime yazıyor.”

İyiden iyiye bunalmıştım. Otobüsün gelmemesi amcanın sanki gelecekten bahsetmesi sinirimi bozmuştu. Cebimden çıkarıp bir sigara yaktım. Amca sigarama bakıp gülümsedi. “Hala Samsun mu içiyorsun?” dedi. Hoppala amca bunu nerden biliyordu. Ermiş miydi neydi? “amca sen nerden biliyorsun” dedim. Umursamazca omuzlarını silkti. “evlat yıllardır buralardayım gördüm seni.”

Amca belli ki tanıyordu beni acaba kimdi? Boş boş etrafa bakıp düşünüyordum ki sessizliği yine o bozdu. “Bugün kağıda bugünün tarihini attın da istifa ettin ya ben de aynısını yapmıştım. Aynı dalgınlık aynı öfke aynı istifa” şaşkınlıkla döndüm gözlerine baktım. “ne diyorsun amca?” Gülümsedi sadece, yorgun bir gülümseyiş. “o gün ben de sahile kadar yürüyüp burada otobüs bekledim. Aynı yerde aynı saatte. Dönüp kendimi uyaramadığım her gece için bir pişmanlık bıraktı geriye.” Ne diyordu bu adam? Aynı hata mı aynı istifa mı? Kafamda düşünceler çarpışıyordu. “eve gittiğimde karımla kavga ettim. Yetti artık sorumsuzluğun demiş beni terk etmişti. Sonraları alkol dostum oldu. Günde iki paket sigara içiyordum. En çok içimden konuşan sesi susturabilmek için.” kafam allak bullak oldu. Otobüsün gürültüsü kendime getirdi. Kalktım kaldırımın ucuna geldim geri dönüp amcaya baktım. Dediği şey daha da garipti “Yarın sabah baştan başla, sakinliğini koru, sakın üstüne gelmesin bir şeyler. Benim yapmadığımı sen yap” otobüse adım attım. Amca durakta kalmıştı, beynim uğulduyordu cam kenarı bir koltuğa yığılırcasına oturdum. Camın arkasından amcaya dikkatli bakmaya başlamıştım. Gözleri bana çok tanıdık geldi. Evet her gün aynada gördüğüm gözler...

7 Temmuz 2025 Pazartesi

Tarihi Bıraktım, Ama Tarih Beni Bırakmadı



Birkaç aydır işsizliğin verdiği boşlukla kendime hedef aramaya başladım. Bunun için çok büyük bir karar aldım ve tarih bölümüne geri dönmeye karar verdim. Benim için büyük bir karardı zira tarih bölümü benim bir zihin doluluğun, bıkkınlığın, başarısızlığın kanıtı gibiydi. O bölümde çok şey öğrenmiştim ama çok şey kaybetmiştim. En büyük kaybettiğim şey zamandı. Ergenliğimi gençliğimi o sıralarda yemiştim bir çok şeye geç kalmıştım.

Okumaya nasıl karar verdiğime başlayalım. Çocukluktan beri ansiklopedi okumayı çok severim. Bir çok kişinin gazete kuponlarıyla aldığı koca koca ansiklopedileri vardır illa ki. Ben de onların büyüsüne kapılmıştım açıp açıp okuyordum. Hatta ablam bu alışkanlığımı görmüş ileriki yıllarda “çok büyük bir bilim insanı olacağını hayal etmiştim” demişti. Halbuki sadece merakımı gideriyordum. En çok sevdiğim konular uzay konularıydı. Ancak şöyle bir sorun vardı ansiklopediler 80'lerde basılmıştı ve biz 2000'li yıllardaydık. Yani bir nevi tarih okuyordum. Uzay konularını okurken orada Sovyetler Birliği ve ABD arasında geçen uzay savaşlarını Sovyetlerin nasıl bu savaştan galip geldiğini anlatıyordu. O küçük yaşımda tarihi bir belge okuduğumu idrak etmiştim. Tarihi yavaş yavaş sevmeye başlamıştım.

Bir gün elime Çanakkale Savaşlarını anlatan bir kitap geçmişti çok etkilenmiştim. Orada yaşanan kahramanlığı, dramı kitabı okurken hissediyordum. Üstüne bir de okulumuz Çanakkale gezisine götürünce ayrı bir etkilenmiştim. Ardından tarihsel hikayeler anlatan kitaplara yönelmiştim bir şekilde. İlk okulda ben ve bir arkadaşım Nutuk okuma iddiasına girmiştik ilk kim bitirecek diye. Bu arada evimize bilgisayar ve internet gelmişti günlerimi tarihi olayları araştırarak geçiriyordum. Atatürk, Yavuz Sultan Selim, Fatih Sultan Mehmet, II. Mahmut gibi önemli şahsiyetleri araştırıyordum sürekli. Evde aileme sofrada otururken tarihi olayları anlatıyordum sürekli annem zevkle dinlerdi bir yandan da “oğlum yemeğin soğuyacak ye artık” derdi.

Yavaş yavaş büyümeye ergenliğime girmeye başlamıştım. Artık üniversite zamanı gelmişti. Kafamda imam hatip okuduğum için ilahiyat mı okusam vardı. O yıllarda sağlam bir şeriatçıydım. Şimdilerde bunu yazarken bile gülüyorum. Aşağılık salak. Sana mı kaldı İslami düzeni getirmek bağnaz pezevenk. Tercih günü gelmişti o zamanlar okulda yapıyorduk tercihleri. Boş bir masaya oturdum birden beynimde şimşek çaktı. Tarihi çok seviyordum neden tarih yazmayayım? Birden kendimi Marmara Bölgesinde ki tüm tarih bölümlerini yazarken buldum. İki saniyelik kararla hayatımın şimdiye kadar ki 12-13 senesini etkilemiştim. O yıllarda insanın aklı almıyor. Tercih kağıdımı hocama verdiğimde gülüyordum ama.

Kayıt günü geldi hala o kayıt olduğuma dair belgeyi saklıyorum. 2 Eylül 2013 kayıt olduğum tarihti. Uludağ Üniversiteliydim. Okulun ilk gününü hatırlıyorum. İlk ders Kültür Tarihi'ydi. Nilüfer Alkan Günay dersimizin hocasıydı. Fakülteyi sınıfı bulacağım diye kan ter içinde derse son dakika girmiş en arka sıraya oturmuştum. Bir dakika sonra hoca girmişti. Bir şeyler anlatıyordu ama anlamıyordum. Baya üniversiteydi nasıl not alınırdı ki. Hoca anlatırken yazmak lazımmış yaşım on sekiz daha ben lisede not alamazken nasıl üniversitede dersi anlayayım. Sonraki ders Eski Çağ Tarihi'ydi hocamız Kamil Doğancı idi. Şiir gibi ders anlatır lise talebesi gibi not tuttururdu. O söyler biz yazardık. O derste not sorunum olmadı hiç.

İlk aşkımla cuma günü karşılaşmıştık. Kısa bir tanışma sonrası açılmıştım hayatım değişmişti. Bir sene sürmüştü. O sayede derslerden baya geri kalmıştım ilk dönem tüm notlarım sadece bir ders hariç FF'ti. BA olan dersim Osmanlıca dersiydi. O da imam- hatip sağ olsun.

Otostopla ülkeyi gezmeye çıkmıştım. Saçlarımı uzatmıştım. Bir nevi hippi gibi dolaşıyordum. Metal müzik hayatıma yön veriyordu. Küçük kısa süren bir grubum dahi vardı. Not tutmayı da öğrenmiştim derste ses kaydı alıyordum sonra onları yazıya döküyordum. Bir nevi stenograf gibi zabıt katibi olmuştum. En ön sırada oturuyordum artık.

Derslerim hala içler acısıydı hem çalışıp hem okumaya çalışıyordum. Parasızlık, sefalet, pislik almış başını gitmişti. Para olmadığı için kiloyla arap sabunu alıp onunla duş alıyordum. Yıllar yılları kovaladı üç tane rektör görmüştüm. Kamil Dilek, Yusuf Ulcay ve Ahmet Saim Kılavuz. Hepsiyle konuşma fırsatım oldu okulun yemekhanesinde çalışıyordum ve oraya geliyorlardı. Gedikli öğrenci olduğum için aşağı yukarı tanınıyordum. Hocalar beni arar “Emirhan derse geliyor musun?” “Evet hocam çıktım şimdi yoldayım.” “Tamam oğlum benim falanca yerde toplantım var odamın anahtarı paspasın altında alırsın masada notlar var dersi anlat üstün körü geç ben haftaya telafi yaparım” gider dersi anlatırdım. Anasını satayım ben geçemezdim o dersten. Yedi kere aldığım bir Selçuklu Tarihi var ki evlere şenlik. Nefret ederim bugün bile o konudan. Gram bilgim yoktur o dönem hakkında. O derste üç hoca değişti. Sonuncusu felaketti. Şimdiki aklım olsa o iki hocadan dersi verir geçerdim nerden bileyim. Son hocamız Mehmet Tezcan'dı. Derya deniz bir adam ama dersi doktora düzeyinde veriyordu. Biz lisans öğrencisiydik. Bize edisyon kritiği anlatıyordu. Babacım biz dipnotta daha “a.g.e.” gören insanlarız ne yapacağız edisyon kritiği.

Sekiz senemi verdiğim Uludağ Üniversitesi'ni Covid zamanı askere gideceğim diye dondurup daha da dönmedim. Böylelikle örgün öğrenimim son buldu. Bu aralar yukarıda da dediğim gibi tekrar dönmek tarihin derinliklerine dalmak istiyorum. Ne yapabilirim aklımda pek bir şey olmasa da tekrar o yıllara dönmeden dertsiz tasasız bitirmek tek dileğim.

4 Temmuz 2025 Cuma

Kariyer Değil, Bir Kahve Borcum Var

 


Bir dönemdir işsizim. Biraz uzunca bir süre geçti. Bu süreç içinde günlük rutinim elime telefon almak iş aramak o siteden bu siteye geçmek ardından haber verdiğim insanları aramak, kimisi açıyor kimisi açmaya tenezzül bile etmiyor. Eskiden bir insanı sık sık arayamazdım bir işim düştüğünde. Çok utanırdım bu durumdan. Rahatsızlık veriyormuşum gibi hissederdim. Şimdilerde baya ar damarım yırtıldı. Günde iki üç defa arıyorum. “abi geçenlerde demiştin ya falanca yerde bir iş var beraber gideriz diye adam hatta kardeşim gibidir seni geri çevirmez demiştin hani” bu lafın ardından gelen cevap “birader şimdi piyasayı biliyorsun küçülmeye gitmişler de falan da filan da” bir süredir bu iki cümle içinde yaşıyorum. Aylardır uğraştıran da var böyle bir kaç gün umut veren de var. Gene kendi göbeğimi kendim keseyim diyorum. Sitelere dalıyorum orası daha bok.

Sitelerde belli kalıplar var. “sektörde lider kurumsal firmamız bünyesinde gelişmeye açık esnek çalışma saatleri olan....” bu ne demek sizi saat gece iki de olsa arayacağız. Dandik bir mail atılması gerekli uykundan daha da önemli bu mail. Bir de “çay kahve dağıtımı, müşteri karşılama, temizlik, yemek, excell tutma...” daha sayıyorlar da ben yazarken sinirlendim. Bunların hepsine bir eleman tutulması gerekirken yedi- sekiz işi bir kişiyle yapmaya çalışan firmalar da var. Bir de hiç bir şey vadetmeyip sizi çok güzel mükemmel bir kariyere hazırlıyorlarmış görünen firmalar da var. “YÖNETİCİ OLMAK İSTER MİSİNİZ” başlık aynen bu ilana giriyorsun. “çağrı merkezimizde satış yapıp sizi eğiteceğiz bla bla” size asgari ücret bile vermeden çalıştırıp sözde eğitiyorlar siktiri boktan bir kişisel gelişim kursuna müşteri toplamanız için alıyorlar ve sikik bir kurs müdürlüğüne yönetici diyorlar.

İnsan kaynaklarıyla konuşmak da bir acayip. Sizi baştan aşağı süzüyor. İşte anlatıyor hızlı olmak lazım, atik olmak lazım şöyle olmak lazım, şöyle olmak lazım. Bir gün kaç kardeş olduğumu merak eden bir insan kaynaklarına bile rastladım. Bu soruları neden soruyorlar sayısız görüşmeye girdim hala bilmiyorum. Ne çıkarım yapıyor bu sorularla gerçekten çok ilginç.

Tek derdim lanet bir iş bulup lanet borçlarımı ödemek. Kimseye yüzümü eğmeden kendi kazandığım parayla sadece sigara alabilmek. Sadece sigara parama çalışmak istiyorum artık. Gerçekten her şeyden geçtim. Ev almak araba almak düzgün şekilde evlenebilmek bunları geçtim. Sadece arkadaşlarıma kahve ısmarlamak istiyorum.

2 Temmuz 2025 Çarşamba

Biraz Dert, Biraz Umut

 


Yine başbaşayız. Yine ben dertlerimi anlatacağım yine siz dinleyeceksiniz. Teşekkür ederim hep yanımdasınız. Burası bana çok yardımcı oluyor. Bugün gayet sıradan bir gündü. Yine işsizliğin verdiği boş vakitle kitap okuyup sağda solda ailemin işlerine koşuyordum. Akşama doğru bir huzursuzluk çöktü. Bu hissi tanıyordum. İlaçlarımı almadığımda bu his geliyordu. Ama bu sefer ilaçlarımı almıştım sorun ne olabilirdi ki? Ne gelebilirdi ki başıma. Gayet huzur gelmişti ilaçlarımla birlikte. Başka bir şey vardı belki de. Yine beynim benimle oyun oynuyordu. Çareyi yine buraya, yazılarıma sığınmada buldum.

Aklımda hiç bir şey yok. Çala kalem tuşlara basıyorum. Bu yazıda kesinlikle düzgün bir şey anlatacağıma söz veremem. Sadece anlatmak istiyorum. Ne olabilir? Çok sorun arıyorum. Dün çok değer verdiğim çok sevdiğim bir dostum, hayatta sorun ararsan kendinde sorun ararsan kesinlikle bulursun demişti. Yaklaşık on senedir de sürekli sorun arıyorum. Psikiyatrilere ve psikologlara adeta “ben böyle böyleyim beni değiştirin bundan çok rahatsızım” diyorum. Onların elinde olan bir şey yok ki. Ben değişmek istiyorsam kendim yapmalıyım. Değişmeye değer de bir şey yok aslında. Oturup ciddi ciddi düşünürsek gayet de makul bir insanım aslında. Sadece toplum içinde bağırarak konuşuyorum, biraz patavatsızım, biraz da düşüncesizim. O dostum iyi şeylerine yapabildiğin şeylere odaklan demişti. Bir düşünelim bakalım...

El becerilerime nispeten güveniyorum. Tamir tadilattan biraz olsa anlarım. Biraz kibarım. En azından toplum içinde oturmasını kalkmasını biliyorum. Belki de benim isteğim tamamen toplum tarafından kabul görmektir. Bunun için çabalıyor da olabilirim bu fikir şimdi geldi bana. Dostum zihnimi açtı. Ne demişti daha? İyi şeylerine odaklan göreceksin iyi şeylerini de bulacaksın. Arayan belasını da bulur mevlasını da sözü örnek gibi geliyor. Arayan her şeyi bulur. Her sabah aynaya bakıp “Emirhan sen iyi bir insansın ve başarılısın. Bazen şansın yaver gitmiyor o kadar” demek gerekir belki de.

İnsanın istediğinde yapamayacağı şey yoktur. Yeter ki istesin. O gücün içimde bir yerde olduğunu biliyorum. Ben güçlü bir insanım. Başaracağım. Bu buhranı üzerimden atacağım. Şu an kendime söz veriyorum. İyi yönlerimi sürekli arayacağım. Ben iyi yönü ağır basan bir insanım. Özgüvenimi bunun sayesinde kazanacağım.

Yetmişli Yıllar: Türkiye’nin Ateşle İmtihanı

  Türkiye çok zor zamanlardan geçmiştir. Kurtuluş Savaşı, Büyük Buhran, 2. Dünya Savaşı, ekonomik krizler bunalımlar derken sayısız krizle...