✍️ Kaldığım Yerden Yazılar

Bu blog suskunluğu yırtmaya çalışan birinin özgür olduğu bir yerdir.
lütfen evinde hisset, hoş geldin.

13 Ağustos 2025 Çarşamba

Komşuluk Masalları ve Gerçekler

 


            Eskiden komşuluk diye bir kavram vardı. Bu çok önemliydi çünkü dilimize bile pelesenk olmuş “konu komşu duyarsa ne yaparız?” diye bir laf bile vardır. Aslında bu söz komşuluğun çok güzel bir şey olduğundan bahsetmiyor. Her şeye burnunu sokan komşulardan bahsediyor olsa da “komşuda pişen bize de düşer” diye bir lafımız da vardır elbette. Ben bu yazıda romantik komşuluk şöyle güzeldi böyle güzeldi diye anlatmayacağım ancak.

            Sokağımızda eskiden kalma bir komşuluk anlayışı vardır. Herkes birbirini tanır nispeten samimidir de. Evlerimize girip çıkarız hatta. Balkonda birbirimizi görünce selam veririz, yolda görmüşsek çaya davet ederiz. Ancak şimdi anlatacaklarım bunların dışında.

            Sokağımıza bir iki kişi taşındı son zamanlarda ben genelde dikkat etmem buna kuzenim genelde dikkat eder. O, mahallede ki herkesin arabasını tanır kimin hangi eve girip çıktığına dikkat eder. Gözlem yeteneği olduğundan tabi. Bende de öyle bir yetenek olsun isterdim. Neyse konumuz o değil. Evimizin altında küçük bir boşluğumuz var apartmanımızda üç adet araba var boş gördükçe birimizden biri o boşluğa çeker arkasını boş bırakır ki araba rahat girip çıkabilsin diye. Bu bahsettiğim kişiler o boşlukta araba varken gelip arabanın arkasına araba bırakıyorlar ve bir numara dahi koymuyorlar. Biz de yana yana arıyoruz ki adam gelsin arabasını çeksin de arabayı çıkaralım. Ayrıca bu şahıslar ilginç şekilde biz onların kapısının önüne araba bırakırsak sileceklerimizi kaldırıyorlar. Bu insanı çıldırtan bir şey

            Derdim tabi ki benim kapımın önüne araba bırakmasın değil yol belediyenin yolu benim bir hakkım yok bunda elbette ama insan dikkat etmeli değil mi bunda ben çekince yaygara koparıyorsun ama sen çekiyorsun arabanı. Hani eşitlik?

            Bir başka manyak komşu da arka sokakta oturuyor. Benim odam onun bahçesine bakıyor haliyle görüyorum onu. Kocaman bir motoru var. Her iki üç günde bir gece gündüz demeden motoru çıkarıyor bahçede gür gür ses yapıyor. Saatlerce yapıyor bunu. Motoru çalıştırıyor sürekli durduğu yerde gaz veriyor. Motor o kadar büyük ve güçlü ki sesine katlanmak gerçekten çok zor. Rahatsız olanlara motora ayar yapığını sanki keyfinden yaptığını söylüyor. Birkaç defa var gücümle haykırıp susturmasını söyledim. Hemen ses kesiliyor ondan sonra ancak sonra ki günler devam ediyor. Polise şikayet etmeyi düşündüm ancak özel mülkünde istediğini yapabilirmiş. Birkaç polise sordum zira.

            Kuzenim komşumuzla evlendi. Onlar daha evlenmemiş, konuşurlarken başka bir komşumuz kızın annesine hemen yetiştirmişti. Kızcağızın annesi Allah’tan alttan aldı sorun da çıkmadı şükür. Zira kuzenim de öyle evlenilmeyecek biri değil. Şu an maşallah gayet mutlular. Allah bozmasın.

            Daha sokakta park yeri bulmanın zorluğunu ve kapısının önüne araba bırakmamız için yola duba atanları anlatmıyorum. Gerçekten çıldırmamak elde değil. Atalarımız “ev alma komşu al” lafını boşuna söylememiş diyor insan.

            Bu yazıda toz pembe aman komşuluk şöyle güzeldi komşu teyzelerimiz bize salçalı ekmek yapardı, balkonuna topumuz kaçtığında bize verir biraz da oyun oynardı demek çok isterdim ama bazen o teyzeler topumuza bıçak saplayıp keserdi de. Güllerini kırdık diye annemize babamıza şikayet ederlerdi. Eriklerine daldık diye küfür ederlerdi. Bu milletin bu toz pembe hayallerini hala anlamış değilim.

11 Ağustos 2025 Pazartesi

Tacın Laneti: Bir Liderin Düşüşü ve Halkın Direnişi

 


    O gün çok önemli bir şey olmuştu. Büyük lider meydanda halkın önünde taç giyecekti. Halk artık tükenmişti. Sürekli değişen liderler bir türlü bitmeyen kaos… Açlık ve sefalet, günlük yaşamın rutini haline gelmişti. Büyük lider kürsüye çıktı ve önünde ki halka şöyle seslendi. “Tacı bana verin sizi kurtarayım.”

    Büyük lider koltuğuna oturmuştu. Meydanda bulunan yetişkinliğe adım atmış en genç şahış tacı büyük lidere takacaktı. Yutkundu, büyük bir iş yapacaktı ancak umut gözlerinden okunuyordu, gencin yerinde duramadığı belliydi. Halkın coşkusu arasında genç kürsüye yürüdü tacı bulunduğu yerden aldı, havaya kaldırdı halk daha da coşkuyla bağırdı "yaşa!" halkın coşkusu iyiden iyiye artmıştı. Genç yavaşça büyük liderin başına tacı yerleştirdi. Alkışlar, tezahüratlar daha da büyüdü. Seremoni sona ermişti.

      Herkes günlük işlerine geri dönmüştü. İnsanlar çalışıyor, geziyor, vakit geçiriyordu. Ülkenin durumu yavaş yavaş umut vaadeder hal almaya başlamıştı. Bir karar çıkarılmış büyük bir kemer sıkma politikası başlamıştı. Tasarrufa gidilmişti, artık gösterişli partiler, büyük seremoniler yapılmayacaktı. Gerçekten büyük lider samimi şekilde çalışıyordu. Basın büyük lidere övgüler yağdırıyordu. Dış ülkeler sürekli büyük liderin yanına geliyor ortak basın açıklaması yapıyorlar gelecek kredilerin önünü açacağız mesajları veriyordu.

   Üstelik iyi haberler bunlarla da sınırlı değildi. Köy yolları onarılıyor, uzun zamandır ücretlerini alamayan çalışanlar maaşlarını almaya başlamıştı. Yeni hastaneler yapılmaya başlanmıştı ilaç kuyrukları azalmıştı. Devlet dairelerinde yolsuzluğa bulaşmış memurlar görevden alındı, yerine halkın içinden dürüst insanlar gelmişti. Büyük lider televizyona her gün çıkıp yeni müjdeler veriyordu. Yeni istihdam alanı açıldı, tarımda reform yapıldı, borçlar silindi diyordu. Fiyatlar yavaş yavaş düşmeye başlamıştı halkın yüzü gülüyordu. Halk “gerçekten bu sefer oldu mu acaba” diyordu.

      Büyük lider sürekli tasarruftan dem vuruyordu. Önceki yönetimlerin israflarının raporlarını çıkarmış onları kötüleyip duruyordu. Artık gösterişli lüks törenler yapılmıyordu. Devletin kasasından bunlar için tek kuruş çıkmıyordu. Halk bundan gayet memnundu. Herkes “zaten onlara ne gerek vardı ki” diyordu. Ardından tiyatro salonlarının kapılarına kilit vuruldu. Büyük lider “kültür önemlidir. Ancak sanat karın doyurmaz. Önceki liderler sanat adı altında boş lakırdılarla halkı oyaladılar heykellerle göz boyadılar.” demekteydi. Halkta bu sözler alkışlandı. “işte gerçek lider zor zamanların insanı” lafları yankılanıyordu.

      Bir süre sonra elektrik kesintileri başladı. Belli saatlerden sonra ülke adeta karanlığa gömülüyordu. Başlarda halka romantik gelmesine rağmen sonralarda iş yerleri erken kapanıyor, insanlar birbirlerini göremedikleri için sohbet dahi edemiyordu. Bir gün büyük lider ulusa seslenerek, israf yapan tüccarları, iş insanlarını açıkladı. Bu işyerlerine baskınlar yapıldı mühürlendi. Halktan çıt çıkmıyordu. Herkeste sadece bir söz vardı. “büyük lider yapmışsa doğrudur. Şimdiye kadar halkı sömürdürler iyi oldu onlara.” Ancak bazı karanlık köşelerde fısıltılar da mevcuttu. Bu fısıltılar duyulursa kesilecek türdendi.

       Şehir yakınlarında büyük bir baraj inşaa edilmişti. Proje ülke için çok büyük gelecek vaadediyordu. Yapımı çok hızlı ve büyük kararlılıkla yürütülmüştü herkes bu barajdan ve elektrik santralinden umutluydu. Barajın açılış günü, ülkenin dört bir yanından insanlar gelmişti. Meydanda bayraklar dalgalanıyor şarkılar söyleniyordu. Büyük lider coşku içerisinde barajı açarken “bu proje sadece su değil umut da getirecek santral en ücra köylerimize elektrik sağlayacak” demekteydi. Baraj su tutmaya başlamış göl kenarına yeni işletmeler açılmıştı. Gazeteler barajı her gün övüyor “asrın projesi” olarak lanse ediyorlardı. Halk “demek ki çalışınca oluyormuş” diyerek büyük lideri daha da çok seviyorlardı. Hatta göl kenarında çay bahçesi açan Kemal, “oğlum şehre göç etmek zorunda kalmayacak diyordu.”

Fakat bir gün baraja yakın köyler büyük bir uğultuya uyandı. Barajdan kontrolden çıkmış şekilde su akıyordu. Sirenler çalıyor, gövdenin altında çatlaklar büyüyordu. Bazı köyler ve şehir büyük bir tehlikenin eşiğindeydi. Yetkililer durumu, halkta panik olmasın diyerek açıklamaları geciktirdi. Kurtarma çalışmaları zorluklarla devam etti. Ekipman eksikliği, koordinasyon sorunları ve kaynak eksikliği ölüm oranlarını daha da arttırdı. Küçük çocuğuyla boynuna kadar suya batan bir kadın son anda kurtarılmıştı hatta. Sonrasında basına sızan belgelerde yapılan ihalelerde yakın çevrelere verilmesi barajın yapımında kullanılan malzemelerin kalitesizliği ve denetim eksikleri ortaya çıktı. Müteahhitlerin faturalarında şişirmeler mevcuttu kamu kaynakları boşa ve amacı dışında harcanmıştı. Halkta büyük bir hayal kırıklığı gerçekleşti. “hem baraj güvensizdi hem de yardım geciktiği için felaket daha da büyüdü.” sesleri artık duyulur duyulmaz çıkıyordu.

Baraj krizinden sonra büyük lider televizyona çıktı ve ulusa seslendi. “Böyle bir felaketin çıkmasını fırsat bilip ülkemizi karıştırmak isteyenlere fırsat vermeyeceğiz” demişti. Ardından devam etti “dış ülkeler, ülkemiz üzerinde refahımızı çekememekten huzurumuzu bozmak adına adımlar atmaktadır.” En önemli açıklamasını ise konuşmanın sonuna saklamıştı. “Halkımızın yaralarını saracağız yeniden umutla yarınlara bakacağız.” Halk rahatlamış görünüyordu. Yolsuzlukları demek ki büyük lider yapmamıştı. Şimdilik fısıltılar kesilmişti.

Halk yardım bekliyordu ancak büyük lider işi sanki ağırdan alıyor gibiydi. Beklenen yardımlar bir türlü gelmiyordu. Ayrıca tasarruf planı için yeni önlemler alınmış gece belli saatten sonra sokağa çıkma yasağı getirilmişti. Tam bu sırada büyük lider yönetiminin altıncı yıl dönümü için büyük bir meydan planı ve zafer takı inşasına başlamıştı. Halkta geniş yankı bulmuştu bu hareket. “yardım bekliyorduk hani.” Pazar yerinde iki kişi “yardımlar nerde” diye tartışmaya başladıkları görülmüştü. Sosyal medyada bu olayla ilgili küçük videolar yayılmaya başlamıştı. Fısıltılar yüksek seslere dönmeye başlamıştı artık. Birkaç ufak çaplı yürüyüş bile düzenlenmişti.

Öncü gençler başkente yürüyüş düzenlemek istemektedir. Sosyal medyada örgütlenen gruplar kitleler halinde meydanlara ve yollara doluşmaktadır. Halk “yardım istiyoruz, adalet istiyoruz” diye haykırmaktaydı. Baraj yapımında görev alan müteahhitlerin adalete hesap vermesini istiyordu halk. Bir çok kişinin elinde pankartlar vardı. “ADALET”

Büyük lider başlangıçta bu hareketi umarsızca karşıladı. “Üç-beş kişi sokaklara çıkıyorsa çıksın bizim hangi icraatları yaptığımız, ülkenin hali ortada” demişti.  Birkaç gün içinde sona ereceğini düşünmüştü. Büyük lider bazen çıkıp “bizi küçük hesaplarla yıpratmak isteyenler şunu bilsin ki bu ülke sahipsiz değildir.” diyordu. Ancak protestolar hız kesmeden günlerce sürmeye, yoğun polis korumasında devam etmişti. Başlangıçta hiçbir tepki verilmemişti. Halk yürüyor, protestolar büyüyordu ancak polis müdahalesi sadece usul olarak vardı, göstericilere dokunulmuyordu. Helikopterler havadan gözlem yapıyorlardı. Ancak bu nümayişin demokratik görünümü bir gece vakti sona ermişti…

Gece tüm sessizliğini korurken sadece göstericilerin sesleri ve meşalelerinin ışıkları geceyi aydınlatıyordu. Polis telsizinden bir anons yankılandı. “bundan sonra protestocular dağıtılacak ve göz altına alınacaktır. Emir eksiksiz uygulanmalıdır.” Geceye cop sesleri ve göstericilerin çığlıkları da eklenmişti. Protestoculara polis asla acımıyordu, yakalanan yere yatırılıyor ters kelepçe yapılıyordu. Biber gazı tüm alanı doldurmuştu. Göstericiler barikatlar kurmaya başlamıştı. Polis yoğun baskıyla barikatları yıkıyordu. Olaylar sadece meydanlarda ve gösteri alanlarında da olmuyordu…

Ülkede büyük bir cadı avı başlamıştı. Baraj haberini yapan gazeteciler o gece tutuklanmaya başlamıştı. Ayrıca gösteriler hakkında sosyal medyada destek videoları yayınlayanlar da tutuklanıyordu. Televizyon kanallarında “provokatörler yakalandı” diye alt yazılar, son dakika haberleri veriliyordu. Polis kamerası operasyonları naklen yayınlıyordu. Bazı yerlerde elektrikler kesiliyor, internet yavaşlatılmaya başlanıyordu. Operasyonlar gece boyu devam etmişti. Artık farklı ses kalmamış, perde kapanmıştı. Büyük lider ertesi gün sabah canlı yayına çıktığında alnında ki derin çizgiler gölgelenmişti. Başının üzerinde taşıdığı taç stüdyo ışıkları altında sanki nefes alır gibi parlıyordu büyük liderin göz bebekleri kararmıştı kelimeleri ağır ama keskin dökülüyordu “devletimiz sabrını taşıranlara gereken cevabı vermiştir. Bundan böyle huzurumuzu bozanlara hiçbir iltimas gösterilmeyecektir.” dedi. O an kameranın yakın plan çekiminde tacın bir taşında gölgeler kıpırdandı mı yoksa stüdyo ışığından mıydı kimse emin olamadı.

Bundan sonrası ise adeta bayır aşağı gidişti. Çıkan haberlerde baraj skandalını ortaya çıkaran gazeteciler yabancı bağlantılı olmakla suçlanmaya başladılar. Ardından yeni yasalar çıkartıldı “krizi fırsata çevirenlere karşı güvenlik tedbirleri.” Daha sonra ise muhbirlik servisi kuruldu ve halka muhbirliğe özendirici, “devlete faydam olsun istiyorsan vatandaş, devlete kötülük edenleri ihbar et!” tarzı söylemler yayıldı. Huzursuzluk yavaş yavaş artıyordu. Herkes artık neyin değiştiğini merak ediyordu. Büyük lidere ne olmuştu? Yıllardır sorun çıkmıyordu ne değişmişti?

Halk çaresizdi, fısıltılar kulaktan kulağa yayılıyordu. Ancak kimsenin bilmediği unutulmuş bir yerde uzak bir mağarada yaşayan bir bilge olduğu söyleniyordu. “ondan mı akıl alsak?” deniyordu ama varlığı bile meçhuldü. Bir genç öne atıldı: “ben giderim, artık dayanılmaz bir hal aldı. En fazla ne olabilir ki?” Bu genç büyük lidere tacı takan kişiydi.

Genç, uzun ve zorlu bir yolculuğun ardından sonunda kimsenin ulaşamadığı, unutulmuş mağaraya vardı. Soğuk rüzgar mağaranın girişinde uğuldayıp duruyordu. Kapıya yaklaştığında, eski tahta kapı gıcırdayarak aralandı. İçerisi karanlıktı, ama mağaranın derinliklerinde, hafif bir mum ışığı altında yaşlı bir adam oturuyordu. Yüzündeki çizgiler yılların ve ağır sorumlulukların izlerini taşıyor, gözleri derin bir bilgelikle doluydu.

Bilge, genç adamı süzdü. “Sen misin, büyük lidere en son tacı takan?” dedi, sesi hem yorgun hem ciddi. Genç başını hafifçe eğdi. “Evet. Ama ne olduğunu anlayamıyorum. Büyük lider artık hiç eskisi gibi değil. Önceden adaletliydi, halk için çalışıyordu. Ama zamanla, sanki başka biri oldu. Acımasız, korkutucu… Sebebi ne olabilir?”

Bilge derin bir nefes aldı, gözleri uzaklara daldı. “Taç sıradan bir sembol değil evlat. O, kadim zamanlardan kalan, içinde güçlü ve karanlık bir güç barındıran lanetli bir miras. Kim takarsa, zamanla o gücün etkisi altında kalır. Kişiliği, vicdanı yavaş yavaş tüketilir, taç sahibini ele geçirir.” Genç şaşkınlıkla, “Ama lider neden buna izin veriyor? Neden bu güce karşı koymuyor?” Bilge başını salladı. “Taç, kendini göstermeden başlar etkisini göstermeye. İlk zamanlar hafif bir etki gibidir, fark edilmez bile. Ama zaman geçtikçe, taç sahibini daha da içine çeker. Direnmek isteyenler ya yenilir ya da… ortadan kaldırılır.” Genç titreyen sesle, “Peki ya önceki liderler? Onlara ne oldu?” Bilge gözlerini kapattı. “Bir kaçı bu laneti kabul etmedi, ona karşı çıktı. Bazılarının sonları kötü oldu. Onlar, ya gölgeler arasında kayboldular ya da kendi içlerinde parçalandılar. Lanetin gücü o kadar derindir ki, karşı çıkan herkes ya yok olur ya da kaybolur. İşte bu yüzden, kimse gerçek gücün ne olduğunu konuşmaz. Çünkü taç sadece iktidarın değil, karanlığın da sahibidir”

Genç bilgenin anlattıklarını sindirmeye çalışıyordu. Derin bir nefes aldı ve gözleri bilgeye odaklandı. “Şu taç mevzusunu biraz daha aydınlatır mısın? Gerçekten nedir bu taç, nereden geliyor?” Bilge hafifçe gülümsedi, mumun titrek ışığında yüzü daha da derinleşti. “O zaman anlatayım sana, kadim bir zamanın hikayesini...” böylece, bilge sessizliği bozarak, yüzyıllar öncesine uzanan efsaneyi anlatmaya başladı... “Bu taç” dedi. “yüzyıllar önce unutulmuş bir uygarlıktan kalma. O uygarlık, o kadar güçlüydü ki, dize getirmediği millet, yenmediği toplum kalmamıştı. Zamanın hükümdarı, demircilerine, sarraflarına, büyücülerine büyük bir emir vermişti: Bana, gücümü sonsuza dek koruyacak bir taç yapın; onu başımdan çıkarsam bile gücüm eksilmesin.” "Günlerce demirciler ateşi yedi maden kömürüyle körüklerken, sarraflar bilinmeyen topraklardan kıymetli taşlar getirmiş, büyücüler tacın üzerine en güçlü büyülerini işlemişti. Böyle doğdu bu taç; hem güç hem de lanetin sembolü.”

Genç şaşkındı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Bu çağda büyü, efsun… kulağa masal gibi geliyordu. Ancak bilgeye sormadan da duramadı. “Bu zamanda büyü, efsun, biraz garip değil mi sanki? Kim inanır bunlara?” Bilge, sessizce başını kaldırdı. Gözlerinde gölgeler geziniyordu. Oturduğu yerden yavaşça kalktı, ağır adımlarla ocağın yanına gitti. Alevlerin titrek ışığı yüzündeki çizgileri daha da derinleştirdi. “O tacı büyük liderin başına geçirdiğin günü hatırlıyor musun?” dedi. Sesi alçak ama kesin bir tondaydı. “Lider, elini göğsüne götürüp başparmağını üç kez tacın kenarına sürmedi mi?” Genç önce anlamadı. Sonra, o an gözlerinin önünde canlandı. Evet, görmüştü. O gün, tacı taktığı anda, lider tam da öyle yapmıştı. Sonraları da, halkın karşısına her çıktığında aynı hareketi tekrarlamıştı. Hep basit bir alışkanlık sanmış, önemsememişti. Bilge, alevlere bakarak konuştu, “O, tacın sahibine fısıldadığı anlardan biridir. O hareket, lanetin kabul işaretidir. Onu yapan artık kendi iradesiyle değil, tacın iradesiyle konuşur.”

Genç ne diyeceğini bilmeden sadece yaşlı bilgeyi izliyordu. Bilge, ateşin çıtırtıları arasında konuşmaya devam etti. “Bu hareketi… yani tacın kenarına sürülen başparmağı… tarihte her tacı taşıyan liderde gördüm. İlk başta fark etmezsin. Ama zamanla, o hareketin ardından gözlerindeki bakış değişir. Sözleri sertleşir. Ve bir gün, halk artık tanıyamaz olur onu.” “Geçmişte ne oldu?” diye sordu genç, sesi titreyerek. Bilge, bir süre sustu. Ateşin turuncu ışığı yüzünde dalgalanırken, gözleri karardı. “Biliyor musun evlat, tacı taşıyan her liderin sonunu gördüm.” dedi. Genç kaşlarını çattı. “Nereden gördünüz ki?” Bilge, ateşin üzerine eğildi, közlerin içindeki kıvılcımlar parladı. Bir süre hiç konuşmadı, sadece çıtırtılar duyuldu. “Ben de o tacı taktım, evlat,” dedi sonunda, sesi neredeyse fısıltıya dönüşerek. “O fısıltılar… önce sadece düşüncelerime dokunur sandım. Ama gün geldi, kendi sözüm mü, tacın sözü mü ayıramaz oldum.” Genç, hayretle baktı. “Peki… nasıl kurtuldunuz?” Bilge, başını ağır ağır kaldırdı. “Kurtulmak… öyle sanıldığı gibi bir zafer değildir. Tacı çıkarabildim, ama onun benden götürdüklerini geri alamadım. Onu başımdan söküp atmak, bedenimden bir parçamı koparmak gibiydi. O gün, hem gençliğim hem de huzurum orada kaldı. Bir daha da insan içine karışmadım.” Ateşin ışığında, bilgenin elleri titriyordu. “Buraya, bu dağın kalbine çekildim. Çünkü biliyorum, tacın gölgesi hâlâ beni arıyor. Ve ben ikinci bir kez direnemem.”

Genç, bilgenin sözlerini sindirmeye çalışırken boğazındaki düğümü yutkunarak bastırdı. “Peki, sizden önceki liderler? Onların sonu ne oldu?” Bilge, derin bir nefes aldı ve gözlerini ateşten ayırmadan konuşmaya başladı: “Her biri aynı yola girdi. İlk başlarda hepsi halkın umudu, adaletin sesi olarak bilindi. Ama tacın fısıltıları ağır ağır çalışır, önce korkularını büyütür, sonra hırslarını. Birini haksız yere zindana atan oldu, bir başkası kendi ordusunu halkına saldı. Kimisi halk isyanıyla devrildi, kimisi tahttan indirilmeden önce ülkesini yakıp kül etti. Bazıları…” Bilge burada duraksadı, sesi kısıldı. “Bazıları tamamen tacın iradesine teslim olup, artık insan bile sayılamayacak hâle geldi. Onlar ne oldu, kimse bilmiyor. Sanki yer yarıldı, içine çekildi.” Genç ürperdi. “Hiç mi kurtulan olmadı?” Bilge, hüzünle gülümsedi. “Bir tek ben… ve bunun bedelini ömür boyu sessizlikle ödedim.”

Genç, bilgenin söylediklerinden sonra uzun müddet sessiz kalmıştı. Mağaranın içinde ki ateş duvarlarda titrek gölgeler bırakıyordu. Bilge derin bir nefes aldı. “Evlat, taç yalnızca onu takanın zihnini değil halkın da gözlerini bağlar. İnsanlar görmez, görmek istemez. Çünkü görürlerse susmak zorunda kalmazlar. Bu korktukları bir yüktür.” Genç kaşlarını çattı. “Peki ben ne yapabilirim ki, basit bir insanım ben?” Bilge gözlerini gence gözlerini dikti. “Taç sustuğun sürece hükmeder, sen konuşmaya başla, diğerleri de duysun. Bir kişi sorgularsa bir kişi daha cesaret bulur. Bir gün taç sahibinin başında ağırlaşır ve ağırlığından düşer.” Ateşin çıtırtısından başka bir ses kalmamıştı. Genç derin nefes alıp mağaradan çıkmıştı. Artık geri dönüşü olmayan bir yola girilmişti.

            Genç bilgeden ayrıldıktan sonra şehre geri döndü. İçinde karışık duygular vardı. Hem öğrendiği karanlık gerçeğin ağırlığı hem de umudun kıvılcımı. Artık büyük liderin içindeki değişimin kaynağını biliyordu. Ama bunu halkla nasıl paylaşacaktı?

            Şehre geldiğinde yine herkes günlük telaşındaydı. Fakat genç sessizce durdu, gözleri etrafındaki insanlara takıldı içinden “bu böyle gitmez” diye geçirdi. “Gerçek gücü bilen bizler artık susmamalıyız!” Kısa süre içinde yakınındaki güvenilir insanlara bildiklerini paylaştı. Onların da içinde kıvılcım vardı. Yavaş yavaş yanan bu kıvılcımlar köy köy kasaba kasaba şehir şehir büyüyen bir ateşe dönüşecekti.

            Önceki protestoların sona ermesiyle büyük lider, halkın gözünde zafer kazanmış gibiydi. O büyük meydanda, görkemli bir zafer takı inşa etmeye başladı. Geniş kitleler, liderin “ülkeye düzeni ve istikrarı getirdiği” mesajıyla kandırılmıştı bir kez daha. Ancak, halkın içinde fısıltılar hiç susmamıştı. Gösterilerin bastırılması, acımasız polis müdahaleleri ve tutuklamalar yaraları sarmamıştı. Zafer takının ihtişamı, yoksulluğu ve çaresizliği örtemiyordu. İnsanlar, “Yardımlar nerede?” diye fısıldamaya devam ediyordu. Ardından büyük lider, tasarruf politikalarının gereği olarak temel gıda maddelerine zam yapacağını açıkladı. Bu haber, halkın sabrını tamamen tüketti. Pazar yerlerinde sessiz bir huzursuzluk büyüyordu. İşyerlerinde, sokaklarda, evlerde öfkeli fısıltılar yayılıyordu, böylece yeni bir kıvılcım çaktı. Genç öncü, bilgeden öğrendiklerini düşündü ve halkı örgütlemeye başladı. Artık sıradan protestolar yetmiyordu; boykotlar, genel grevler ve sivil itaatsizlikle gerçek mücadele başlayacaktı.

Sosyal medyada kodlanmış mesajlar dolaşıyor, halkın farklı kesimleri arasında gizli toplantılar organize ediliyordu. Kimse tam olarak neyin başlayacağını bilmiyordu ama herkesin ortak bir hissi vardı: “Bu sefer farklı olacak.” Güvenli küçük gruplar kuruldu. İş yerlerinde, mahallelerde, köylerde insanlar bir araya gelip dayanışma ağları oluşturdu. Muhbirlik servisi, devletin her köşesine sızmıştı; bu yüzden herkes temkinliydi, fakat yılgınlık ve umutsuzluk yerini kararlılığa bırakıyordu. Herkesin içinde büyüyen bir umut vardı.

Gizli gizli hazırlanılan genel grev ve sivil itaatsizlik planlandı. Halk, zor şartlara rağmen temel ihtiyaçlarından fedakarlık yapmaya başladı. Tarih, bu sefer halkın yanında yazılacaktı. Sabahın erken saatlerinde, beklenmedik bir anda şehir meydanları ve sokaklar insanlarla doldu. Polis hazırlıksız yakalanmış, şaşkın ve organize olmadan sadece izliyordu. Farklı kesimlerden insanlar genç, yaşlı, kadın, işçi, öğrenci ellerinde pankart olmasa da kararlı bakışları ve güçlü sloganlarıyla meydandaydı. Gösteri büyürken, genç bir anda kalabalığın ortasında yükseldi. Tarihsel konuşmasını yapmak üzereydi. Sessizlik oldu, herkes nefesini tuttu: “Bugün sadece bir lideri değil, susturulmuş sesimizi, unutturulmuş haklarımızı geri alıyoruz! Tacın büyüsü değil, bizim birliğimiz, cesaretimiz ve kararlılığımız gerçek gücümüzdür! Yıllarca sustuk, ama artık yeter! Bu ülkede halkın iradesi baskıya ve zulme yenilmeyecek!” Bu sözler bir anda meydanı inletti. Halkın yüreğinde bir kıvılcım büyüdü, coşku katlandı. Tam o sırada devlet televizyonlarından canlı yayın yapan liderin görüntüsü belirdi. Konuşmasına başlamaya çalıştı ama birden kendini toparlayamadı; kelimeler boğuklaştı, konuşması kekelemeye başladı. Kamera önü karmaşaya dönünce yayını kestiler. O an herkes gördü; büyü denilen şeyin, tacın gücünün kırıldığı andı bu. Lider rezil olmuş, karşısında halkın kararlı duruşu vardı.

Gösteri, boykotlar ve genel grev tüm ülkeye yayıldı. Devletin baskı makinesi işlemez hale geldi, halk özgürlük ve adalet için birleşmişti. Büyük liderin tacı artık sadece bir sembol değil, yenilginin ve halkın gücünün simgesi olmuştu.

"Zulüm ne kadar güçlü görünse de, halkın direnişi önünde erir."


8 Ağustos 2025 Cuma

Mehtabın Altında: Gökyüzü, Yıldızlar ve İnsanlık Hikâyeleri

 



            Gökyüzüne kafanızı kaldırdığınızda eğer karanlık bir yerdeyseniz, kaldı ki bu şehir hayatında mümkün değil artık, kocaman mehtabı etrafında milyarlarca yıldızın olduğunu görürüz. Onlara hatta hayran hayran bakarız çok güzel bir görüntüdür zira. Şansınız varsa eğer yıldız kaymasına bile rastlayabilirsiniz. Askerde gece nöbetlere giderken, nöbet yerlerimiz kuş uçmaz kervan geçmez yerlerdeydi. Haliyle bir tane ışık yoktu oralarda. Oraya gidince haftalarca kafam havada gezmiştim. Zira İstanbul’da bir ya da iki yıldızı şansa görebilsem görürdüm. O kadar yıldızı havada görünce çok mutlu olmuştum. Nöbet sırasında yıldızlara türkü söylerdim o dondurucu soğukta.

            Ay milyonlarca hatta milyarlarca yıldır dünyamızı seyrediyor. Kim bilir nelerimize şahit oldu. Göktaşları düşmesi, dinozorlar, balıkların ortaya çıkışı, insanlığın ortaya çıkışına şahit oldu. Sonra yavaş yavaş klanlaşmalarımızı gördü. Ne güzel dedi, insanlar bir arada mutlu yaşıyor. Daha sonra mülkiyet kavramını gördü, birbirimizle didişmelerimizi gördü. Savaşlarımızı gördü, atom bombasının atılmasına şahit oldu. Demiştir yazıklar olsun bu nasıl dünya ben bunun etrafında mı dolaşıyorum diye.

            İnsanların kimisi gökyüzüne bakıp fal açıyor, gelecekten bahsediyor. Kaderimizi yazıyor. Eski çağlarda fırtına mı gelecek, ekin bol mu olacağa bakılıyordu. Tanrıların neler dediğine bakılıyordu. Kimisi direkt tanrı güneş, ay, yıldızlar diyordu. Onlara secde ediyordu. Başka insanlar dolunayı görünce masa kuruyor rakısını koyuyor mehtaba bakıp karşılıklı meşk ediyorlar. Müzeyyen Senar eşlik ediyor masaya gökyüzündeki ayla birlikte. Kimi insan da hilale bakıp Ramazan’ın geldiğinin müjdesini veriyor.

            Gezegenlere bugünkü isimlerini veren Roma tanrılarıdır. Jüpiter en büyük tanrıdır ve en büyük gezegendir. Güneş sisteminde kocaman heybetiyle milyarlarca yıldır dönüp duruyor. Tüm gezegenleri, heybetine binaen bir arada tutan güneşten sonra ikinci etmen olduğunu duymuştum. Onu Satürn takip eder Roma’da zamanı kontrol eden tanrı olduğu bilinmektedir. Kocaman halkalarıyla o da döner durur yıllardır.

            Tüm dünya eski çağlarda dünyanın evrenin merkezinde olduğunu düşünüyordu. Dünyanın dönmediğini düşünüyordu. Galileo hikayesini herkes bilir engizisyon mahkemesinde, garibim, ölüm korkusundan haklı sebep olarak dünyanın dönmediğini söylemek zorunda kalmış. İspatlama işi Kepler’e kalmıştır.

            Bizim topraklarımızda gökyüzü bilimi maalesef bağnazlıkla geri kalmıştır. 1575 yılında Takiyyüddin Efendi tarafından İstanbul Tophane semtine bir rasathane kurulmuştur. Dönemin İslam alimleri tarafından “meleklerin etekleri altına bakılıyor” dedikodusu ile yıkılma kararı alınmıştır. Bizde ki gökyüzü bilimi müneccimlikten ileri gitmemiştir. Osmanlı’nın geri kalmışlığını sadece askeri düzeyde sanan bir devletten de bu beklenirdi. Sultan 3. Mustafa Prusya Kralı 2. Fredrich’in başarılarını çok iyi müneccimleri olmasına bağlamıştır ve kendisinden üç tane müneccim istemiştir. 2. Fredrich ise kendisine gönderdiği mektupta “benim müneccimlerim, sağlam bir tarih bilgisi, iyi bir ekonomi ve disiplinli bir ordu” demiştir. Ardından 3. Mustafa Mühendishane-i Bahr-i Hümayunu kurmuştur.

            Yine 3. Mustafa’nın müneccimlik sevdaları arasında bir hikaye daha vardır. Zira kendisi müneccimlerle adeta kafayı bozmuş tutku haline getirmiştir. Kendisinden sonra tahta geçecek oğlunun cihan padişahı olması için ana rahmine düşme saatini dakikasını hesaplatmıştır. Oğlu Selim doğarken kapıda bekleyen hekimbaşı çocuğun vaktinde doğmadığını görmüştür. Muhtemelen müneccim yanlış hesaplamıştı. Hekimbaşı saatin yelkovanını hafifçe ileri ittirerek padişahı böylelikle kandırmıştı. Tabi şehzade ileride padişah 3. Selim olacak ve bu olay üzerine etrafında babasının bu olayı kendisine sürekli hatırlatılarak dalkavukluk edilmiş cihan padişahı olduğu söylenmiştir.

            İnsan yine de mehtaba karşı rakısını açıp demlenmek ister. Sevdiğiyle el ele hayallere dalmak ister. Sahilde otururken sevdiği insan başını omzuna yaslar, dudağına küçük bir buse kondurur. Tatlı tatlı konuşur insan. Dolunaya bakıp gökyüzünde adeta kaybolur.

7 Ağustos 2025 Perşembe

Ders Çalışmayanlar Kulübü: Bir Tembelin Ders Çalışma Güncesi

 


            Bir çok öğrenci gibi ders çalışmayı pek sevmiyorum. Uludağ Üniversitesi’ni bunun için bitiremedim. Hatta ilkokul dahil tüm öğrencilik hayatımda ders çalıştığımı pek hatırlamam. Ben sürekli derste dinlediklerimle geçmişimdir. Keza bu üniversitede de geçerli. Dersi dinlerdim not bile almazdım. Çok zeki olduğumu iddia etmiyorum çok tembelim. Ama ders dinlemeyi severdim. Sadece ilk, orta ve lisede matematik gibi sayısal dersler hariç. Gerçekten matematikten nefret ediyorum. Hala parmak hesabıyla toplama çıkarma yaparım ayrıca 6, 7, 8 ve 9’ların çarpım tablosunu bilmem. Onun için matematikte çok kötüyüm, arkadaşlarım dalga geçse de kabullendim bu durumu.

            Üniversitede vize-final haftası gelirdi bende o öğrencilerin tanıdık olduğu vicdan azabı başlardı ama ders de çalışmıyordum. Öylelikle girerdim sınavlara. Ara sıra çalıştığım olmuyor muydu oluyordu son zamanlarda artık herhalde dank etti kafaya, sınıfta ses kaydı alıp eve gelip ses kayıtlarını çeviriyor onlara çalışıyordum. Çalıştığımdan mütevellit çok sorumlu bir öğrenci olarak notların sonuçlarını büyük bir heyecanla bekliyordum. Sürekli otomasyona giriyordum hocalara açıklamadıkları için basıyordum küfrü. Çalıştığım ders kötü gelmişse büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor eğer çalışmamışsam aman seneye veririm diyordum. Sonra işte bilindik hadise okulu bıraktım. Neyse işte velhasılı kelam öyle böyle geçti o dönemler.

           Şimdilerde açık öğretimden İş Sağlığı ve Güvenliği okuyorum. Yeniden öğrencilik hayatındayım. Ömrüm boyunca öğrenci oldum, olmayınca garip hissediyorum gerçekten. Yine vize-final haftası geldiğinde vicdan azabı geliyor. Ama bu sefer ders çalışıyorum. Samimi söylüyorum bunu. Ancak ara sıra tembelliğim tutmuyor değil. Yarın çalışırım daha bir ay var diyorum bazen, bazen de gece çalışırım diyorum. Ama elimde telefon o video senin bu video benim dolaşıyorum. Gerçekten telefon insanın basiretini bağlayan büyük bir etmen. Yine çok fazla çalışmışsam otomasyona sürekli giriyorum çıkıyorum açıklamadıklarında basıyorum küfrü, olay hiç değişmedi yani.

            Şaka bir yana ders çalışmayı da çok becerebildiğim söylenemez. Uludağ’da not sorunu çok olurdu zira ben eşek not tutmazdım. Hoş not tutmayı da bilmezdim. Şimdi diyeceksiniz. Ulan sen ne biliyorsun? Nasıl öğrencisin sen? Arkadaş hoca anlatıyor anlatıyor neyi yazmam gerektiğini inanın bilmiyorum yemin bile edebilirim. Mal mal kağıda bakardım ne yazsam diye. Sonra çok şükür bazı arkadaşlar notlarını kırtasiyeye satardı da öyle ben de not bulmaya başlamıştım. Sonra ses kaydı almayı akıl ettim. Ancak bu aşağı yukarı altıncı ya da yedinci senemde gerçekleşmişti. İş işten geçmiş artık bırakma evresine girmeye başlamış sayılırdım. Ders çalışmayı bilmemek de şöyle. Elime kağıdı alıyorum okuyorum sadece. Aklımda bir şey kalmıyor haliyle. Yazayım diyorum gene olmuyor. Bana ders çalışmayı öğreten biri olsa çok iyi olur gerçekten de.

            Ders çalışmak gerçekten çok zor zanaat. Eğitim hayatım boyunca insanlar nasıl ders çalışıyorlar hep merak etmişimdir. Biri anlattığında gerçekten çok iyi anlıyorum. Sanırım benim yöntemim bu. Şimdi şöyle bir şey deneyebilirim bunu şu an düşündüm. Dersi ses kaydına anlatayım ben onu dinleyeyim. Ulan salak dersi bilmiyorsun nasıl anlatacaksın? Zaten anlatacak kıvamda olsan dersi geçersin değil mi? Gene olmadı ya hu! Ne yapacağım ben?

            Çalışkan olarak addettiğim Suzan diye bir arkadaşım var gerçekten akademik kariyeri oldukça iyi. Yüksek lisans yaptı, doktoraya başvurdu. Hep imrendiğim akademik kariyer bu. Uludağ’a kayıt yaptırırken benim de hayalimdi üniversite hocası olmak, yar. doç. olmak, doç. olmak, hatta prof. olmak. Şimdi ne yapıyorum, asgari ücret bile verecekleri meçhul olan işler kovalıyorum. Belki ez kaza iş bulurum diye açıktan üniversite okuyorum. Çok acınası aslında ama ne yapalım?

            Bir gün şeytanın bacağını kıracağıma inanıyorum ama. Bu okul bitecek, iyi bir işe gireceğim ve kariyer basamaklarını en azından birer birer çıkacağım diyorum. Belli mi olur kader bana da güler belki. Kaderden ziyade çalışkanlık işi gerçi bu herkes biliyor.

6 Ağustos 2025 Çarşamba

Otostop Güzergâhı: Bir Parmakla Başlayan Yolculuklar

 


       Herkesin unutamadığı anılar vardır. İnsanlara, eşine, dostuna zevkle anlattığı anılar vardır. Anlattıkça da anlatır hatta. Kimisi misal bir ülkeye gitmiştir orayı sürekli anlatır. Kimisi de askerlik anılarını, ki Türk erkeklerinin yegane hatıralarından biridir bu, anlattıkça anlatır. Hatta anlatılan kişiler iyi ki gittin kardeşim ne anlattın diyebilir. Benim askerlik anım pek yok zira sabah 4’te kalk izmarit topla, tank yıka, yat, kalk, sürün ile geçti genelde. Ancak yine de çokça anım var bunu başka bir yazıda anlatırım. Farklı bir ülkeye de gitmedim. Benim en çok anlatmayı sevdiğim anılarım üniversitede otostop anılarımdır.

            Üniversitedeyiz, aklımız bir karış havada. Heyecan arıyoruz sürekli ancak aklımıza pek bir şey gelmiyor ne yapalım derken otostop çekip şehir şehir gezme fikri geldi aklımıza. Sene 2014-15 civarı henüz hala insanlar birbirinden bu kadar korkmuyor yabancıları arabalarına alabiliyordu. Televizyonda her gün o onu kesti biçti haberleri var ama hala insanlarımız güveniyordu bir şekilde birbirine.

            Çantalarımızı hazırladık sırtladık Bursalılar bilir Görükle otobanının Karacabey yönüne çıktık. Başladık parmak kaldırmaya, daha önceki yazımda bahsettiğim Seda ile yapıyoruz bunları tabi. Bana cesaret veren de oydu elbette. On on beş dakika sonra bir tırcı abi yanaştı “nereye gençler” dedi. Aklımıza hemen İzmir gelmişti. Düşünmemiştik nereye gideceğimizi. tırcı dayı atlayın Menemen’e gidiyorum oraya kadar gideriz dedi. Sevinçle atladık gidiyoruz. tıra binerken ki racon ayakkabıların çıkarılmasıymış. Hemen oracıkta öğrendim. Zira içi evinizin salonu gibi adeta. Sigara ikramları başladı. Nerelisiniz nerden geliyorsunuz falanlar… Baya koyu bir muhabbete daldık. Abi yıllardır Yalova İzmir yolunu sık gittiği için virajların sayısına kadar biliyordu. Hatta Balıkesir’in bir kazasından geçerken içeri oda kokusu sıktı yol kenarında tavuk çiftliği varmış kokuyu sıktıktan beş dakika sonra oranın kokusunu da aldık.

            Sırayla uyuduk haliyle gece vaktiydi yol tabi. Abinin derdi yolda yalnız gitmeyeyim laflarım uykum gelmez tabi. Laflayacak nöbetçi bırakıyoruz yani. Elimiz sigara paketimize gittiğinde abi hemen bağırıp “oradan yakma benden iç aman ha” diyordu sürekli. Sigara kullanmayan tır şoförüne hiç rast gelmedim. Kendi paketimizi içmediğimiz gibi her indiğimiz arabadan paket paket sigarayla iniyorduk. Menemen’ e sabaha karşı geldik. Sıra İzmir’e gitmekteydi. Bu sefer bir kamyona denk geldik. Arabada her şey ama her şey vardı. Kettle, fırın, ocak, çaydanlık, televizyon artık aklınıza ne gelirse. Dayalı döşeli halılar bile. Gene sigara ikramları. Abi diyoruz var sigaramız “yok illa ki benden alacaksınız” geliyor hemen.

            İzmir’e sabah vardık. Hala var mı bilmiyorum Facebook’ta İnterrail Türkiye coach grubundan kendimize kalacak yer ayarladık. İnsanlar böyle otostopçulara evlerinde kalacak yer ayarlıyorlar. Öyle bir sayfa. Sanki kırk yıllık ahbap gibi ağırladılar bizi. Kahvaltılar vs. neyse kordona indik birer bira içip kalkıp tekrar yola koyulduk. Sanki İzmir’e gidip ne yaptık. Dediğim gibi sadece bira… dönüş yolu da gene tır ile oldu. Bu sefer şanslıydık direkt Görükle’ye birini bulmuştuk. Muhabbetler goygoy, gırgır, şamata hatta yolda müzik açıp küçücük kabinde dans ettik kahkaha eşliğinde. O abinin adını bile hatırlıyorum İbrahim abi. Renault bir tırı vardı. Yazıyı okuyacağını sanmıyorum ama selam olsun ona.

            Daha anlatacağım anılarımı elbette. Karşılaştığım zorlukları sıkıntıları da anlatacağım. Otobanın kenarında arabadan kovulmamı da… Bu böyle kısa bir yazı bir giriş olsun dedim. O günleri hep özlüyorum.  Şu an üstüne para verseniz dahi yapamayacağım bir şey. Zira devir eski devir değil. Ama belki yine cesaretim gelirse yine yapabilirim. Belli mi olur?

2 Ağustos 2025 Cumartesi

Bir Çalar Saatin İtirafları

 



            Senden nefret ediyorum, her sabah bana ana avrat küfrediyorsun. Halbuki işimi yapıyorum. Evet benim doğru tahmin çalar saatin. Her gün sadece işimi yapıyorum sabahları seni kaldırıyorum. Hak ettiğim bu mu? Her sabah küfür dinlemek... Patronunla ettiğin kavgadan bana ne, işe gitmek istemiyorsan bana ne? Tembel pezevenk! O kadar üşengeçsin ki yıllardır seninleyim tüm insanlar artık telefonuyla uyanırken sırf sürekli yeniden alarm kurmamak için beni atmıyorsun kullanıyorsun. Yıllardır aynı komodindeyim kardeşim, insan sıkılır da değiştirmek ister ya hu!

            İşte yine başlıyoruz, saat gece iki beyefendi yatağa yeni giriyor. Madem uyanamayacaksın sabah, erken gir şu yatağa değil mi? Gamsız da herif, yatağa giriyor kafayı yastığa koyuyor pat diye uyuyor. İnsan biraz düşünür bugün ne yaptım nasıl geçti gün ne bileyim ettiğin kavgayı kafanda çevir, şöyle derdim böyle derdim diye. Nasıl uyuyabiliyor anlamıyorum. Sabah yine küfür kıyamet kalkıyor içerden seslerini duyuyorum yüzünü bile yıkamadan koştur koştur gidiyor işe.

            İnsanlar uyanmak için çalar saat kullanıyor halbuki sirkadiyen saat denilen mevhum elli yıl içerisinde mahvoldu. Gece çalışmak gibi saçma bir şey çıkarıldı. Yüce yaratıcı geceleri dinlenmek için yarattı. Gece çalışılmasını isteseydi insanoğlunun sağına soluna far yerleştirmez miydi? Lambanın bulunması şurada yüz yirmi senelik bir olay. İnsanoğlu on binlerce yıldır yaşıyor. Tüm dünya gece olduğunda uyuyor, gün aydınlandığında uyanıyor. İnsanlar gariptir gece gündüz sürekli uyanık. Çok merak ederim acaba tüm dünyada insanlar da dahil uyusaydı neler olurdu. Gerçi dünyanın yarısına güneş hala vuruyor. Saçma bir düşünce olurdu bu.

            Gece ilerliyor horultuların rahatsız etmiyor artık beni, alıştım. Dışardan gelen şehrin sesleri hala uyanık olanların var olduğunu bilmek rahatsız ediyor sadece. İnsanlar neden uyumuyor aklım almıyor. Akşam vakti duştan çıkmış yeni yıkanmış gecelikleri giymişsin, yatağa temiz çarşafları sermişsin, yatağa atıyorsun kendini, oh mis… Bundan büyük saadet var mı? Hele bir sabah olsun gör bak nasıl uyandırıyorum seni gene. En yüksek ayardayım gene, kulaklarının pasını alacağım gör sen.

            Saat gece beş oldu gene o sarhoş Kerim geçiyor sokaktan. Gene naralar atıyor umarsızca. Sen ona da küfür ederdin gene başladı Kerim diye. Kendi kendine anlatmaya başlıyordun sonra. “Sevdiğin kızı vermediler diye berduş oldun çıktın. Bu kadar içen adama kız verirler mi?” diye devam ediyorsun hep sonra. Kerim sabahları uyanmak zorunda değil barakadan hallice bir yerde yaşıyor. Kim ona alkol parası verirse işini yapıyor, akşama kadar uyuyor, sabaha kadar da içiyor. Sen kendi derdine yan. Patronun bu ay bizi çıkarır mı diye korkundan sabah ezanıyla uyanıyorsun.

            Ezan demişken sabah ezanında tüm köpekler havlamaya başlıyorlar. Neden havlıyorlar hala anlamış değilim. Korkudan mı, sinirden mi? Bir gün şey demiştin sen, ne demiştin dur bakayım “dinci kesim tüm kainatın Allah’ı tesbih ettiğini söyler” demiştin. Belki de öyledir kim bilir.

            Vakit daralıyor, uyanacaksın birazdan kim bilir hangi karıyı görüyorsun rüyanda. Geçen şirkette sıkıştırdığın Necla’yı mı yoksa? Sen telefonda konuşurken duydum. “karı ilik ilik oğlum sen ne diyorsun?” diyordun. İğrenç bir adamsın sen. Belki bana her sabah sövmesen yaptığın her şeye göz yumacaktım iyi arkadaş olacaktık. Belki ben seni tatlı tatlı uyandıracaktım her sabah o zaman. Belki de dediğim telefona geçecek beni emekli edecektin. Sesimi duymamak için de salona alacaktın beni. O zaman seni hiç rahatsız etmezdim. Bu  sefer güzel anılarına şahit olurdum. Belki hoşlandığın kızla buluşma saatini gösterecektim sana heyecanlı heyecanlı bana bakacaktın, dakikalarımı sayacaktın. Şimdi ne yapıyorum her sabah senin pis suratını görüp, küfürlerini işitiyorum.

            Vakit geldi birkaç dakika var gene o kulakları yırtarca çalan zilim duyulacak gece sona ermiş olacak. İşte geldi. “amına koyduğumun saati gene çalıyor. Bıktım siktiğim işinden.”

1 Ağustos 2025 Cuma

Çocukluk Değişti, Biz de Değiştik


 


            Tipik doksanlar çocuğu olarak mahalle abileriyle büyüm. Çocukluğumun büyük bir bölümü onlarla geçti. Onları yeri geldi akran gibi gördük nesilce. Şimdilerde çoğunlukla görünmeyen mahalle maçlarında beraber oynardık. Onlar bizden kadro kurarlardı bize taktik verirlerdi. Aşağı mahalle ile maç yapardık. Eğer kaybedersek vay halimize, abinin hışmına uğrardık. Bize çok kızardı. Sadece futbolda da değil tabi bir çok konuda bize yardımcı olduğu da olurdu mahalle abilerinin. Kimisi derslerimize yardım ederdi, kimisi dediğim gibi futbolda, kimisi nasıl kız tavlanır anlatırdı. Elbette sevmediğimiz abiler de olurdu gördüğü yerde alay malzemesi eden abiler de vardı. Bizde ki kolyeye, bilekliğe vs. “bakacağım ulan korkma” dedikten sonra “hadi şimdi git ben veririm sana” derlerdi. Ona soğuk su içersiniz tabi sonra.

            Bu devir sona erdi tabi. Ben de mahalle abisi olmak çok isterdim. Hep çocukken hayaller kurardım abi olunca şöyle yapacağım böyle yapacağım diye. Tabi sokakta çocuk bulmak mümkün değil. Varsa bile birkaç tane onlar da sana selam vermiyor tanımıyorsun bile. Klişe lafları pek sevmem hani herkesin yaptığı bir çıkarım vardır. Çocuklar tabletten başını kaldırmıyor ki sokakta oynasınlar biz şöyle oyunlar oynardık böyle oyunlar oynardık diye. Bu tabire hak vermekle birlikte eksik olduğunu kabul etmek lazım. Şeker kardeşim senin zamanın da seni bu kadar meşgul edecek bir ekran var mıydı? Senin tek derdin misketini arkadaşına kaptırmaktı. Şimdi çocuk o ekranda neler yapıyor. Kod yazan çocuk bile var ne diyorsun sen. Kaldı ki sen de o telefona gömülmüş durumdasın. Çocuk bakıyor anne telefona gömülmüş, baba telefona gömülmüş, abi, abla, amca, teyze hepsi telefonda. Çocuk yalnız. Senin zamanında GTA Vice City diye bir oyun vardı Tommy daha denizde bile yüzemiyordu. Onun oynadığı oyunlar o kadar gelişmiş ki. Az evvel dediğim gibi kod yazan, tasarım yapan, kendi kendini bu minvalde yetiştiren çocuklar azımsanamayacak kadar çok. Kaldı ki oyuncaklar geçmişten bu güne oldukça değişiyor.

            İstanbul Kadıköy’de çağdaş şairimiz Sunay Akın’ın tamamı kendi koleksiyonu olduğu, kendi kurduğu bir İstanbul Oyuncak Müzesi var. Bir çok ülkeden bir çok yıldan oyuncaklar var. Japonya, ABD, Almanya ve tabi ki Türkiye… En eski oyuncağın 1890 tarihli olduğunu hatırlıyorum. Çocukların o yıllarda çok ayrıntılı dükkan, mutfak maketleri ile oynadığını görebilirsiniz. Her parça özenle yapılmış ve muhtemelen elle boyanmış. Oldukça da çeşitli eşyaları var muhteviyatında. Yani o oyuncağı gördüğümde oturup ben oynamak istedim o kadar güzeldi. Genelde 1890’lı yıllarda çocuklara bu oyuncaklar verilmiş. Tabi dönemini de bilmek gerekir zira o dönem araba doğru dürüst bile yok ki çocuğa araba oyuncağı verilsin. Çocuklara iyi bir anne baba olabilmeyi öğretmek adına mutfak maketi vs. veriliyor. Daha sonra 1900-1910-1920’li yıllarda uçaklar arabalar görülüyor. Keza bunlar da çok fazla ayrıntılı kesinlikle üstünkörü yapılma olarak görülmüyor. Tabi bunda fabrika ve seri üretim ile alakalı. Ayrıca çağımızın sürdürülebilirlik adı altında minimize etmeyle alakalı.

            Dünyada faşizmin yükseldiği İtalya, Japonya, Nazi Almanya’sının dönemlerinde ilginçtir oyuncaklar propaganda amaçlı kullanılmış. Bebek Nazi askerleri, parti bayraklarının minik halleri, tanklar, uçaklar, zeplinler kısacası bu devletlerin kullandığı tüm araç ve gereçlerin oyuncakları yapılmış. İlerleyen yıllarda Soğuk Savaş döneminde uzay mekikleri, astronotlar, robotlar yapılmış. Keza bunlar da propaganda amaçlı. Zira Sovyet Rusya ve ABD arasında uzay savaşları mevcut.

            Her şey değişir elbette oyuncaklar, oyunlar da. Geçmişte çocuklar bunlar ile oynarken şimdilerde her şey elektronikleşmiş durumda. Elbette sokakta çocuk göremememizin bazı sebepleri var. Toplum olarak bu sebepleri ortadan kaldırmaya çalışırken kendimizi de değiştirmeliyiz. Telefona bakıyor diye kızdığımız çocuğumuza önce kendimiz telefonu bırakmayılız.

Hırs, Korku ve Biraz Umut

              Yeni işimde pek huzurlu olduğum söylenemez. Mola verdiğimde acaba bir şey derler mi, yeterince arama yaptım mı, iyi mi konuşuy...