✍️ Kaldığım Yerden Yazılar

Bu blog suskunluğu yırtmaya çalışan birinin özgür olduğu bir yerdir.
lütfen evinde hisset, hoş geldin.

30 Haziran 2025 Pazartesi

Eskilerle Kafayı Yemek Değil, Onlarla Yaşamak



Çoğu insan bana sen eskilerle kafayı yemişsin diyor. Hakikaten de dinlediğim şarkılar, hayat tarzım, giyinişim, hatta ideolojilerim bile eskiye dair. Güncel bir şeyi pek sevemiyorum. Hepsi de bir dönem popüler şeyler aslında. Misal en çok dinlediğim müzik Anadolu Rock' tur. Belki 70'lerde yaşasaydım bu ne canım tıngır tıngır Türk Sanat Müziği varken bu şey dinlenir mi diyebilirdim. Ya da ABD'de yaşasaydım metal müzik için bu ne böyle caz varken dinlenir mi diyebilirdim. Çok düşünüyorum gerçekten de. Eskiye tutkum tarihsel bir şey olabilir. O müzikler dinlenirken o eşyalar kullanılırken o insanlar neler yapıyordu acaba, ne düşünüyorlardı diye düşürüm hep.

Kız arkadaşım bana şaka yollu dedesin sen der sürekli ama giyinişimde 70'ler havasını kendisi de sever. Çoğu insan beni dönemin anarşist üniversite öğrencilerine benzetir. Kalın bıyıklar, uzun fauller, sağa taralı hafif uzun saç gibi şeyler öyle gösteriyor. Benim hiç hoşuma gitmiyor düşük bel kot, çok renkli tişörtler giyemiyorum. Hala dedeler gibi atlet giymeden duramıyorum çünkü rahat hissedemiyorum.

Gene müziğe geri dönersek örnek veriyorum Tülay Özer'in İkimiz Bir Fidanız şarkısı öyle güzel tınılar ki insanın kulağında söz ve müziği Hakkı Bulut'a ait bu şarkı. Tülay Özer adeta 1975 yılında seslendirirken uçarcasına plağa kaydetmiştir sesini. Şarkının başında alkış sesleri ardından gelen hafif ney sesi birden giren bağlama insanı mest eder. Zaten Tülay Özer'in gayet de tatlı yumuşak bir sesi vardır. Nakaratta da o yüksek sesiyle gücünü belli eder zaten. Zaten Zerrin Özer'in de ablasıdır kendisi onun sesini de anlatmaya gerek yok sanırım. Hakkı Bulut bu şarkıyı nasıl yazdığını anlatır. Henüz daha liseye giderken başlamış şarkıyı yazmaya ardından evlendikten sonra da hanımıyla Hatay'da gezerken iki fidan görmüş onun üzerine konuşurlarken ilham gelip bugünkü halini almış şarkı. Hangi birini anlatsam eski şarkıların bir çok hikayesi var.

Edip Akbayram'ın Aldırma Gönül şarkısı, Hababam Sınıfı Tatilde filminde kullanılmıştır. Okul davayı kaybetmiş boşaltılması lazımdır. Tüm sınıf okulun boşaltılmasını izlerken İnek Şaban “Çamlıca Lisesi tamam” der tam o sırada bu şarkı “aldırma gönül aldırma” demektedir. Sonra ki sahnede kendilerine okul kurmaya karar verirler sıralar koyulup çadırlar kurulurken Edip Baba “dertlerin çıkmışsa şaha bir sitem yolla Allah'a” demektedir. Bize dert gelirse çözüm gelir bir şekilde demektedir belki de. Yani şarkılar hikaye biriktirdikçe anlamlanıyor bende.

Barış Manço' nun Gülpembe şarkısında ki soloyu nasıl atlarım ya da Erkin Koray'ın Fesuphanallah da ki arabesk tınıları. Müzik benim için ruhuma hitap etmeli. Ondan bir şey öğrenmeliyim, düşünmeliyim hissetmeliyim.

Yanlış anlaşılmasın her şeyin eskisi güzeldi demiyorum kesinlikle. Basit “ah keşke doksanlarda yaşasaydık aman ne güzeldi o yıllar” demiyorum. Başka bir yazımda da belirtmiştim. Doksanlarda eğlenceli şarkılar rengarenk kıyafetler vardı ama batık bankalar altı ayda bir düşen hükümetler kaos hakimdi. Seksenlerde vatkalı kıyafetler uzun aslan baş saçlar abartılı makyajlar vardı ama Kenan Evren Darbesi'nin akisleri hala meclis kürsüsünde hissediliyordu. Yetmişlerde hoş türküler yeni yeni Anadolu Rock müziği revaçtaydı ama sol sağ adı altında milletin birbirini kırması vardı. Atmışlarda Süleyman Demirel'in Adnan Menderes'in asılmasından mütevellit milletten aldığı intikam hakimdi. Ellilerde yine Adnan Menderes'in küçük Amerika olacağız diye Amerika'ya bizi peşkeş çekmesi vardı. Kırklarda İkinci Dünya Savaşı kapımızdaydı. Derdim eski romantikliği değil yani.

Elime diyelim ki bir eski tedavülden para geçti. Ufak bir bozukluk diyelim. Bununla neler alındı belki diye düşünmeden duramam. Bir çocuğa harçlık olarak verildi belki. Çocuk onunla koşa koşa bakkala gitti ve gofret ve şeker aldı neşeyle. Ya da verilen parayı beğenmedi veren kişiye küfretti çocuk aklı. Bu fikirler aklımdan hızla geçer gider. O paraya hikaye yazarım zihnimde.

Yine de teknoloji o kadar güzel bir şey ki hayatımıza bambaşka rahatlıklar katıyor. Elbette bizi tembelleştiriyor da olabilir bunu bilemeyiz. Gelecek yıllarda başımıza neler gelecek zevkle izliyor olacağım. Neler artık “nostalji” olarak anılacak göreceğiz.

28 Haziran 2025 Cumartesi

İlişkilerde Eşitlik ve Öğrenilen Dersler: Kendi Hikayemden



Kız arkadaşımla büyük bir kavga yaptıktan sonra birbirimize günümüzü dar ederek telefonu kapattık. Benim rahatlamaya tek yerim burası. Arkaya hüzünlü bir türkü açıp tuşlara basmaya başladım. Aslında dertleşmek istiyorum ama ilişkimi buraya döküp mahremiyete mugayir bir hareket yapmak istemem. Telefonda konuşurken arka arkaya dört beş sigara yaktım. Birbirimize haykırırken nefes verdiğim tek yer sigaramdan derin nefesler almaktı. Yapabileceğim tek şey buydu.

İlişkilerde iki tarafta bir yerde alttan almalıdır bence. Tabi ilişki tavsiyesi verecek boyutta bir insan değilim ama benimki tecrübe aktarmak. Başımdan bir ilişkimde geçen bir olay şöyle. Kıza deli gibi aşıktım. Ne derse yapıyordum. Bu iyi olsun kötü olsun. Yaşım on sekiz on dokuzdu. Hayata dair hiç bir tecrübem yoktu. Aşk nedir, sevgi nedir, saygı nedir pek bilmiyordum. İplerin hepsini o kızcağıza vermiştim. O da güç zehirlenmesinden olacak artık ilişkimiz zıvanadan çıkmıştı. Her gün çıkan kavgalar her gün beğenmediği bir şey oluyordu. İlginçtir hiç arkadaşımız yoktu. Dışarıya kapalı bir ilişkiydik. Okulda bizi görenlerle laflıyorduk ama kimse ile bu arkadaşımız diyeceğimiz kimse yoktu. Ta ki onun çevresinde bazı arkadaşlar olunca bir şeyler değişti. İlişkimizi sorgular olmuştu. O gün geldi. Ayrılmıştık. Dünyam başıma yıkılmıştı. Zaten tek dünyam oydu.

Bunu neden anlattım? O kızı unutamadığımdan değil. Buradan biraz ders çıkarmak adına anlattım diyelim. Bir kere ilişki içerisinde eşitlik kesinlikle önemli bunu anladım. Bir taraf sadece uymak zorunda değil. Hani devletler birbiri ile anlaşma yaparken eşitlik ilkesi içerisinde yapmazsa ilerde büyük sorunlar çıkar bunda tarihi örnek 1. Dünya Savaşı'dır. Galip devletler mağlup devletlere öyle zor anlaşmalar imzalattılar ki kimi bağımsızlığını zorla aldı Türkiye gibi kimisi de 2. Dünya Savaşı'nı çıkardı Almanya gibi.

İlişkide derbeder moda girmeye hiç gerek yok. “Beni sevmedin mi?” “yalan mıydı her şey?” gibi sorularla kendilerini alkole vuran insanları hiç anlamıyorum. Gerçi hali hazırda sevgilim beni terk etse derbeder olurum belki de.

Yine de herkese mutlu birliktelikler diliyorum. Herkes mutlu olsun istediği ilişkiler yaşasın.


24 Haziran 2025 Salı

81 İl, 1 Hafıza, ve Hiçbir İşe Yaramayan Bilgi

 



İllerin plaka kodlarını ezbere bilenleri hep havalı bulmuşumdur. Ne zaman yabancı bir plaka görsem tahmin etmeye çalışırım bildiğim ilden geriye ya da ileri doğru saymaya çalışırım işin içinden çıkamaz en son ya yanımdakine sorarım ya da internetten bakarım. Ama istisnasız hep yaparım bunu. İstanbul 34 o da oturduğum için Bursa 16 o da sekiz sene orada yaşadığım için Kırklareli 39 o da orada askerlik yaptığım için ezbere bilirim. He bir de Ardahan 75 o da memleketim elbette. Bunlar istisnasız bildiklerim. Zonguldak'a kadar aşağı yukarı bir şekilde geliyor ama sonradan il olan yerler işte orası insanın kafasını karıştırıyor. “Batman sonradan mı il olmuştu yoksa var mıydı dur onun plakası neydi anasını satayım” düşünceleri sürekli dönüyor.

Babam ile annem bugün bizi gezdirir misin diye sordu. Ben de tamam bir Beykoz havası alalım dedim. Arabaya bindik uzun otoban yolculuğuna çıktık. Elbette sayısız TIR ve kamyon bu yolu kullandığı için farklı farklı plaka kodları gördük. Babam tüm illeri ezbere bilir. Sürekli babama aynı beş yaşında ki bir çocuğun anlamsız soruları olan baba bu ne baba bu ne der gibi, baba 42 neresi baba 15 neresi diye sorup durdum. En son sanırım dayanamadı ki sıradan saymaya başladık beraber 01 Adana, 02 Adıyaman, 03 Afyon, 22 Edirne, 42 Konya vs.

Çocukken her erkeğin askerde kesinlikle ezberleyeceğini düşünürdüm. Hatta bizzathi öğretiyorlar sanırdım. Ama ben askere gittiğimde öyle olmadığını gördüm. Şafak illere düştüğünde tertibime sorardım. Bu gün hangi ildeyiz diye. Hatta her gün telefonda konuştuğumuz babam benimle illeri beraber sayardı.

En çok arzu ettiğim şey trafikte giderken trafik kodlarının tamamını ezberlemek ve önümde giden yabancı kodlu araca “yürü amına koduğumun Muğlalısı” demek için sürekli ezberlemeye çalışıyorum. Bunu ezberlemek sadece ortamlarda muhabbeti geçtiğinde işime yarayacak ama çok hoş ve güzel bir bilgi bence.

17 Haziran 2025 Salı

Direksiyon Bende Değildi

 

⚠️ Bu yazı ağır duygusal içerik barındırır. Zihinsel olarak zor bir dönemden geçen okurlar için tetikleyici olabilir.

Normalde araba kullanmayı çok severim. Ama her kullandığımda tedirgin binerim. Zira şoförlüğüm çok da iyi değildir. Gittiğim yerde park yeri bulabilecek miyim, bir yere sürtecek miyim falan sürekli düşünürüm. Kullandığım araba ablamın arabası sağ olsun ne zaman işim olsa istesem verir. Bugün falanca yere gideceğim diye istedim verdi. Ama aklımda oraya gitmek yoktu. Yol bilgim hiç yoktur. En ufak bir yere giderken bile telefondan haritayı açarım. Bugün onu yapmadım hani klişe laf vardır yol nereye götürürse diye. Aynen ondan yaptım. Oturdum direksiyon nereye giderse oraya gittim. Arkaya hafif bir müzik açtım. Kendimi nasıl olduysa otobanda buldum. Arabayı ben kullanmıyordum sanki. Gaza yüklendikçe yüklendim.

Düşünceler akmaya başladı. Son günlerde oldukça buhranlı bir süreçten geçiyordum. Belki de kendime yapıyordum ama süreç beni oldukça yormuştu. Ne yapacağımı kestiremiyorum. O sırada tek yaptığım araba kullanmak ve düşünmekti. Onu yapıyordum bende. Ailemi, kız arkadaşımı, dostlarımı düşündüm. Beni gerçekten seviyorlardı. Sevilen bir insandım. Ama ben onlara hiç yararlı değildim. Hayata dair amacım neydi? Derdim neydi? İnsanların benden bekledikleri neydi? Bu sorulara hiç cevap bulamadım. Hayat demek ki gereksizdi. Süratim oldukça fazlaydı o sırada yani olası bir kaza olsaydı o sırada sağ çıkmam mümkün değildi. Direksiyonu birden sağa ya da sola kırıp takla atmak içimden geldi. Hayat değersizdi. Sorunlarımı bitiremeyecektim her zaman benimle geleceklerdi. Bu cümlelerim basit varoluşsal sancılar olarak gelmesin kimseye otuz senedir bu vücudu taşıyorum ve cidden sorunlarımdan sıkıldım. Sürekli aynı sorunların maskeleri değişip önüme geliyordu. Tiklerim, anksiyetem, kafaya saçma sapan şeyleri takmak artık cidden bunalttı beni. Kaliteli bir hayat yaşayamadığıma karar verdim. Aslında bunları yazmak bu düşünceleri buraya anlatmak bu boku yiyemeyeceğim anlamına geliyor. Ölümden çok korkuyorum. Hayatın benden sonra devam etmesi ve benim onları görememem beni çok korkutuyor. Yeni filmler çıkacak, yeni teknolojiler gelecek ben onları göremeyeceğim. Düşünmesi bile dehşet verici. Hele hele hayatı kendi iradenle sonlandırmak çok daha büyük bir şey. Ama o soru beliriyor. Ya bir gün başarırsam?

Yakınımdaki insanlara sık sık bahsediyorum bu fikirlerimi. Derdim ilgi çekmek için değil. Destek aramak. Yardım çığlığı yani. Çaresiz hissediyorum. Hayatta başardığım sonuna kadar vardırdığım hiç bir şey yok. Şımarıklık mı diye de geçiyor içimden geçenler. Çünkü herkesin sorunu var herkes yoruluyor. Benim özelliğim ne de böyle yapıyorum diyorum. Ama tek bildiğim artık yorulduğum. Taşıyamadığımı hissediyorum. Hayat tek şeritli dar bir yol gibi asla kenara çekip dinlenebileceğimiz bir yer değil. Sürekli gitmek zorundayız. Sırtımdaki yükleri bir kenara atıp kenarda bir sigara içmek isterdim. Sık sık şöyle bir şey aklıma geliyor. Hani bilgisayarda oyun oynarken beceremediğimiz batırdığımız evreler vardır. Kayıtlı bölümü siler sıfırdan en temiz şekilde başlarız eski oyunu oynarken ki tecrübelerinizi yeni kayıtta yaparsınız. En çok istediğim şey bu. Elimdeki tüm imkanları bu fırsat için vermeye hazırım. Bunları neden anlattığımı da bilmiyorum aslında. Bu yazıyı kim okusun. İnsanın okurken bana ne demesi işten bile değil.

Abartıyor muyum acaba da diyorum. Sadece abartmak. İnsanların bana özel davranmasını mı istiyorum? Sürekli ben deliyim bana iyi davranın mı diyorum? Çok yorgunum. Depresyona girmek benim hobim gibi bir şey aslında. Ne zamandır işsizim. İyi hissettiğimi düşünüyordum. Tiklerim iyiden iyiye azalmıştı. Her şeyin bittiğini sanmıştım. Yukarda bahsettiğim şeyler burada başlıyor işte sorunlar sürekli peşimde nasıl mücadele edeceğimi bilmiyorum.

Huzur istediğim şeylerden biri... Kim huzurlu olmak istemez ki?

Çocukluk Arkadaşım: Görünmeyen Yaraların Sessiz Tanığı

 




Bugün bir arkadaşımdan bahsetmek istiyorum. Kendisini çok fazla iyi tanırım. Uzun yıllardır beraberiz çocukluk arkadaşım. Hayatının her anına her dakikasına şahidim tabir-i caizse. Oldukça kibar kırılgan bir çocuk kendisi. İlk okulda kendisini sürekli gördüğümde yalnız takılır. Kendi başına gezer dolaşırdı. Yalnızlığı çok severdi. Bunda etrafında ki insanların aralarına almamaları vesile mi bilmiyorum. Ama sürekli tek tabancaydı. Gerçi düşününce sınıfımızda ki çocuklar onu sürekli zorbalar aşağılardı dalga geçerdi. Ez kaza bir grup ile sohbet edebilse zaten sürekli alay edilip aşağılanırdı. Halbuki kendisinde çocukların dalga geçeceği bir özellik de yoktu. Ne çok kiloluydu ne de garip bir hali. Yalnızca gözlüklüydü. Ama ilginçtir bu özelliği ile hiç dalga geçildiğini görmedim. Safça bir çocuktu her şeye inanırdı. Eğlenceli çocuktu aslında çok ilginç bilgilere sahipti. Mesela Soğuk Savaş Döneminde Uzay Savaşları sırasında aya ilk defa köpek gönderildiğini ondan öğrendim. O zaman da internet olmadığı için en çok sevdiği şey olan ansiklopedi okuyup öğrenirdi. Buna rağmen kendisine sürekli geri zekalı ve salak derlerdi. Artık içselleştirmişti iyice salak olduğunu düşünüyordu. Durduk yerde ben zaten salağım falan derdi. Kimliği haline gelmişti o. En büyük korkusu matematik dersinde öğretmenin tahtaya kaldırmasıydı. Grupça çıkardık tahtaya öğretmen tahtayı üçe bölerdi. Herkese bir soru yazardı. Herkes sırayla çıkardı sıra bu arkadaşa geldiğinde çakılır kalırdı sıra devam ederdi o arkadaş hala dikilirdi tebeşiri dahi oynatamazdı çünkü matematiği zayıftı. Sıra akar gider o öylece dururdu. Kafasından geçen cümlelere hakimim biliyorum. O sırada keşke burda ölsem ya da öğretmen yeter çık artık desin tebeşiri elimden alsın da gideyim bitsin bu azap dediğine eminim. Hatta diğer çocukların ona geri zekalı dediğini düşünüyordur ve zaten geri zekalıyım ben çıkarmasa keşke tahtaya dediğini adım gibi biliyorum. Sıra bitip artık tek başına kaldığında artık öğretmenimiz adını seslenir “ne o gene yapamadın mı derdi” yumruklarımı sıkardım. O da her zaman ki suçlu yüz ifadesini takınıp evet öğretmenim derdi. Öğretmen anlatmaya başlardı ama çok sesini yükseltirdi. Eli kolu sinirini belli ederdi. Sözde konuyu öğretiyor ama sanki küfür ediyordu.

Sınıfımızda ki çocuklar o arkadaşımızı sık sık aralarına alıp döverlerdi. Cılız bir çocuktu onlara gücü yetmezdi zaten. Ancak zaten ona öyle “biz güçlüyüz her istediğimizi yaparız” cümlesini aşılamışlardı ki gücü yetse dahi yapabileceğini sanmıyorum. Zaten karakteri de öyle bir insan değildi. Bir gün yolda yürürken karınca yuvasına bastığında çocukluk hali oturup ağlamıştı. Bir gün hiç unutmuyorum ortalarına almışlar birbirlerine atıyorlardı. Soranlara top bulduk tenis oynuyoruz demişlerdi. Arkadaşımın aklından geçen “ne güzel eğleniyoruz işte” olduğuna eminim. Çünkü kendisini hiç değerli saymıyordu. Öyle kabul etmiş öyle bir durum haline gelmişti ki şu saçma sözü ağzından kulaklarımla duydum “ bugün hiç beni dövmediler çok garip hissediyorum sıkıldılar mı acaba” orada başkası olsa ağzının ortasına vururdu. Gerçi zaten anladığı da oydu. O zamanın bir çocuğu için ilginç kelimeler biliyordu bunları sınıfta söylediğinde “aaaa küfür etti” diye haykırılır koşa koşa öğretmene gidilip şikayet edilirdi. Öğretmen de anlamadan dinlemeden basardı tokadı. Gariptir ki ailesine de hiç bahsetmezdi okulda olan biteni. Öğretmenimiz sıkı sıkı tembihlerdi. “Okula velileriniz gelmesin uğraşamam onlarla” derdi. Zaten hiç sorun çıkarmayı seven bir çocuk değildi. Ne derlerse eyvallah diyordu. En büyük hayali ilköğretimin bitmesiydi. O bitince zulmü de bitecekti aklı sıra. Ama kendisini değiştirmemişti fikriyatında sağlıklı ilişki kurmayı bilmiyordu. İlerleyen yaşamında ne yapacaktı? İlköğretim bitse de hikaye yeni başlıyordu.

Liseyi de beraber okuduk. Lise de bir özgüven geldi buna yarışmalara, etkinliklere katılıyordu. Ama hala o içinde ki o yaralı çocuğu tanıyordum. Hala yalnız geziyor teneffüste sırada oturup kitap okuyordu. Arada aşık olduğu bir kaç kızdan bahsediyordu. Hatta cesaretini toplayıp açılmıştı da. Ama çok yakışıklı bir çocuk değildi özgüvenli bir çocuk da değildi. Yani hep reddederlerdi. Garibim onlara içini dökmek için sürekli yazı yazardı. Onları saklıyordu hatta, sonra yok ettiğini biliyorum. Etrafından kabul görmedikçe daha çok içine kapandı. Daha da yalnızlaştı. Hala dersleri kötüydü. Ama anlıyorum etrafında sürekli ona geri zekalı diyen birileri muhakkak oluyordu. Bu da onu kabul ediyordu. İçinde fırtınalar koptuğunu biliyordum. Bizim onunla dostluğumuz bir kaç kelime bir kaç kaş göz hareketiydi. Her şeyi anlardık. Ruhunun daraldığını işe yaramaz hissettiğini biliyordum. Bana bir kaç kez “gerçekten aptalım galiba bu kadar insan yalan konuşamaz” diyordu. On sekiz yaşında artık dayanamadı psikiyatriye gitmeye karar verdi. Gittiği doktor ilaç verip yollamış üzülmüştü. İlk kez ruhumu açmak istedim demişti. Çok da üzerine düşmedi zaten sonra.

Kader bu ya üniversiteye de beraber gittik. Aynı okul aynı bölüm. Çok severdi okuduğumuz bölümü. Araştırmayı, okumayı, yazmayı... Hayatının aşkını görmüştü orda. İlk kez aşık olmuştu. Eve yürürken ıslık çalıyordu, türkü söylüyordu delirmişti çocuk. Hiç bu kadar mutlu görmemiştim onu. Kız buna gayet iyi şekilde yaklaşıyordu. Sağlıklı insanların ilişkilerinde olduğu gibi... Ama benim arkadaşımın hiç bir sağlıklı ilişkisi olmamıştı. Kıza ne yaptıysa artık bir sene gibi bir sürede kız bunu terketti. Dünya başına yıkılmıştı. Dünyanın sonu gelmişti sanki. Baya bir bocaladı. Sonra nasıl olduysa kendimize başka bir arkadaş grubu bulmuştuk. Onlar da bizi çok sevdiler yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmedi. Ama grupta mahsundu gene benim arkadaşım. Dalga konuları gene benim arkadaşım olurdu. Konu gene döner dolaşır bir şekilde başına gelen bir olaydan dalga geçilirdi. Tüm gruptaki insanların doğum günleri etraflıca düşünülmüş şatafatlı kutlanırken benim arkadaşımın ki genelde basit sıradan geçiştirmelerle kutlanırdı. Arkadaşım onları çok severdi biliyorum çünkü kendine bir kimlik, bir aidiyet arardı. Okulu da bitiremedi zaten bıraktı gitti.

Sürekli bir arayış içindeydi insanları hala tanımıyor. Bana dediği “keşke insanların ne düşündüğünü bilsem söylediğim cümlelerin nereye vardığını bilsem” derdi. Sohbet etmeye bayılır, bilgi vermeye, anlatmaya bayılır. Ama insan ilişkileri rezalettir. Sağlıklı ilişki kuramaz. Eğer sağlıklı kurmuşsa da ne yapar eder eline yüzüne bulaştırır. Sanırım bundan zevk alıyor. Her şeyi ama her şeyi unutur. Önem vermediğini düşünebilir insanlar ama aklında tutamadığı içindir bu. Kız arkadaşıyla bir kavga etmişse on dakika sonra yine yapar o hatayı çünkü unutuyor.

Şu aralar büyük bir işsizlik yaşıyor buhranlı bir dönemde. Borç harç aile baskısı ayyuka çıkmış durumda. Biliyorum cebinde bir lirası yok kahve ısmarladığımda büyük buhrana giriyor büyütüyor ben en yakın zamanda vereceğim diyor. Çünkü hissediyorum kendisini eksik, hatta sakat bir insanmış gibi düşünüyor. Bir grup içinde konuşurken kendisini geri çekiyor oraya ait hissetmiyor çünkü ruhu arabesk. İntihar etmek istiyorum bazen diyor. Yıllar önce evine çat kapı gittim anahtarı vardı bende. Çıkmış cama ağladığını gördüm. Biliyorum asla onda o güç yok. “Hayatında ne becerdin ki intiharı becereceksin” dedim indi. “Yaptığın her şey yarım. Hiçbir şeyi sonuna kadar yapmadın. Elinde becerdiğin ve benim eserim dediğin ne var” dedim. Haklısın dedi. Aslında mücadeleci olduğunu biliyorum. Sürekli çıkar yol arıyor. Ama mücadele etmeyi bilmiyor. Nasıl edeceğini nereden başlayacağını bilmiyor. Hata yaptığında nasıl düzelteceğini bilmiyor. Hiçbir şey bilmiyor. “Hayat çok basit olsaydı keşke her şeyin bir neden sonuç ilişkisi olsaydı keşke” der sık sık. İki sorunla asla baş edemez. Eğer aynı anda iki sorun gelirse ölümdür onun için. Kilitlenir kalır. Sürekli kaçmıştır büyük sorunlardan. Mücadeleci demiştim az evvel değil mi? Başlayıp bitirdiği ömründe bir askerlik var işte. O da devlet zorla gönderiyor bitirene kadar başında bekliyor. Bunu geçenlerde itiraf etti. “askerlik gibi olsa hayat keşke emirler ve direktifler olsa biz hiç düşünmek zorunda kalmasak” dedi. Hayatı hayat yapan bu değil mi zaten. Hayat kesinlikle kolay değil. Bize çok kolay gelen şeyler bu arkadaşımın özelinde olduğu gibi çok zor olabiliyor. Hayatı gerçekten bilmiyor. Hayata dair yeni bir şey öğrendiğinde “bana bu tecrübe olsun böyle miymiş bu” diyor ama köşeyi dönüp devam ettiğinde aklından tamamen çıkıyor. Adam daha yaşadığı mahallede navigasyonla geziyor bırak hayatı öğrenmeyi. Çünkü öğrenemiyor akılda tutamıyor.

Ruhunun tamamen bir enkaz olduğunu biliyorum. Hayatına giren her insan ama bilerek ama bilmeyerek derin izler, yaralar bıraktı. Bunları anlatmayı da bilmiyor. Ah! Bir anlatsa. Bana bazen “keşke beynime biri girse benim dahi bilmediğim şeyleri bir bir görüp bana anlatsa” der. “kendimi birinin bana anlatmasını o kadar çok isterdim ki” der sık sık. Nerde nasıl davranmasını bilmez mesela. Çok kızarım o kadar çok bağırarak konuşur ki. Uyardığımda çok mahcup olur yüzü kızarır. On dakika sonra gene başlar. Biliyorum bilerek yapmıyor.

Tek emin olduğu şey öldükten sonra nasıl bir insan olduğunu hayatta neler yaptığını yüce yaratıcının tartısında öğreneceği günü iple çekiyor. Bir gün umarım istediği gibi bir hayat yaşar, mutlu olur. Sevdiği dostlarını kız arkadaşını hep yanında görür umarım. Kendine huzurlu bir hayat dilemekten başka yapabileceğim hiç bir şey yok maalesef.

12 Haziran 2025 Perşembe

Her Şey Canlıdır: Alışkanlıkların Evrimi

 


Hayatta her şey canldır. Aklınıza gelen her şey değişir. Alışkanlıklar, düşünce tarzı, damak zevki vs. Herakleitos değişmeyen tek şey değişimin kendisidir der. Kendimi bildim bileli katı ve değişmez bir insan olduğumu sanırdım. Bundan on sene önce bu tarz bir insan olacaksın dediklerinde hadi ordan derdim ama. Geriye dönüp baktığımda her an her şekilde değişim geçirdiğimi farkettim. Birileri laf olsun diye “şunu hiç yapar mısın” dediklerinde “hayır asla, iki cihan bir araya gelse de yapmam” dediğim de yüce yaratıcı parmaklarıyla kocaman bir “nah” yaptı ve yapmam dediğim her şeyi ama her şeyi yaptım.

Lisedeydim. Nispeten muhafazakar, dünyaya din gözlüğü ile bakan bir insandım. Üniversiteye gidince bu gözlüğümü çıkarıp en azından başıma taktım. Hala kafamda ama gözüme takmıyorum. Siyasetten anlamaz, kulaktan dolma fikirleri papağan gibi tekrarlardım. Düşünüyorum değiştiğim bir çok konu var ama buraya nasıl aktarırım bilemiyorum. Hala kendime yediremediklerim de var. Artık o değişimi içselleştirmiş sıkı sıkıya bağlandıklarım böylelikle yeni değişmezler sandığım şeyler de var. En basit örnek yazarken kağıt kalem kullanırdım. İlginç bir şekilde buna oldukça bağımlıydım. Şimdilerde artık bilgisayar kullanıyorum. Gereksiz bir romantizm olduğunu boşuna kendime eziyet olduğunu anladım. Edebiyat dergilerinde yazan yeni basılmış kitap kokusu, kurşun kalem kokusu, yok çay kokusu derken o romantizmin zarar olduğunu fark ettim.

İşten gelir gelmez evdekilere selam verip odama koşup eşofmanlarımı giyip yatağa kendimi atıp saatlerce saçma sapan videolar izlemeye bayılırdım. Bu sıralar yatağımla arama mesafe koydum. Odama bir koltuk aldım günümün çoğu koltukta geçiyor. Ne zaman o alışkanlığımı canım çekse telefonu alır almaz beş dakika içinde uyuyakalıyorum. Sonra bir uyanıyorum sanki bok yemişim de ağzımda tadı kalmış oluyorum. Eskiden vakitsiz uyumayı da severdim. Şimdilerde baya baya sabah kalkıp akşam uyuyorum. İnsan durduğu yerde değişiyor. Tırnakları, saçı, sakalı uzuyor. Yaşlanıyor, vakit geçiyor.

Sadece insanlar değişmez elbette yukarda dediğim gibi her şey canlıdır. Örneğin dil de değişebiliyor. Çok basit bir örnek yirmi beş otuz sene önce akıllı telefon diye bir kavram bilmiyorduk. Buna ihtiyaç duyduk. Hayatımıza o girince onunla birlikte bambaşka kavramlar da girdi. Bir kere “kaydırma” denilince çocukken çoğu kişinin aklına dondurma yalamak, kızakla kaymak gibi şeyler gelirken bugün sosyal medya da akışta gezmek geliyor bu kelime ile. Tabi burada dışardan yapay bir müdahale olmaması gerekiyor. Zira Osmanlı döneminde halk basit sade bir dil kullanırken yönetimde olanlar ağdalı yapay bir dil kullanıyordu. Cumhuriyet ile bu tamamen değişti. Osmanlı devrinde halk basit bir dilekçe yazarken bile o kadar çok kural kaide kullanırmış ki dilekçeler edebi yazılara dönüyormuş. Mehmet Akif Ersoy'un Safahat eserinde Asım bölümünde Köse İmam ve Hocazade'nin yazdığı bir dilekçe sahnesi vardır. Malını çar çur eden bir adamın mallarına şerh koydurmak için dilekçeye öyle şeyler yaparlar ki bu gün bir e-posta ile yapılacak şey o zamanlar uzun uğraşlar sonucunda gerçekleşiyor imiş.

Bugün sevdiğinizi yarın sevmeyebilirsiniz. Dün iyi dediğinize bugün kötü diyebilirsiniz. Yeter ki karakterli olup içimizde ki mayayı korumak. İnandığımız değerlere sahip çıkmak gerekir.

10 Haziran 2025 Salı

Bir Sigaranın Hikâyesi: İlk Daldan Bugüne


Bu yazıyı yazmaya başlangıçta çok tereddüt ettim. Sıkıcı olur mu, ne alaka, her şeyi de yazmazsın gibi fikirler beynimde döndü. Ama bu sayfayı açma düsturum her şeyi ama her şeyi gönlümce yazmak, içimi boşaltmak olduğu için yaz be ne olacak dedim. Bu sayfa orta oyuncunun tabureyi yere koyup etrafına insanları toplaması ve kendisinin başından geçen olayları anlatması gibi olması beni mutlu ediyor.

İş yerinde molalarda koştur koştur sigaraya çıkar ayak üstü muhabbet ederdim arkadaşlarımla. Çalışırken aklım sadece sigarada olur sık sık saate bakardım. Paketimdeki sigaraları sayıp kaç molamın kaldığını hesap ederdim. Hatta şu an en yakın arkadaşlarımla tanışma sebebim bahçede sigara içme vesilesiyle olmuş idi. Molalarda aklıma gelen tek şey sigaraydı. Sigara içmeyen insanlara oldukça şaşırıdım. Acaba molalarda ne yapıyorlar, nasıl vakit geçiriyorlar diye düşünürüm.

Çocukluğumda ilk sigara görmem hayal meyal babamın göğüs cebinde olan sigara paketiydi. Ağzında belki bir kaç defa görmüştüm. Kendisi bağımlı değildi biliyordum zira nadir aralıklarla görüyordum zaten sonraları hiç daha görmedim. İlerleyen yıllarda sorduğumda “seni doktora götürdük etrafında sigara içersek sana çok zararı olurmuş” cevabını almıştım.

Kime sorsam “kaç yaşında sigaraya başladın?” diye herkes lise de orta okulda başladım derdi. Orta bire gidiyordum. Evde kuzenimle odamda oturuyorduk. Birden cebinden bir sigara paketi çıkardı. Ben bunu içeceğim dedi. Benim olduğum evde içemezsin izin vermem dedim. O zamanlarda koyu Yeşilaycıydım. Sigara içen dayılarıma kızardım sigara içerlerken sürekli rahatsız ederdim. Sigarayı bırakmalarına fayda sağlayacak araştırmalar yapar broşürler toplardım. Zorladı, içeceğim dedi. İkna oldum. Ama çok korkuyordum. İçerde ailem oturuyordu koku onlara gidebilirdi. Elime oda kokusu aldım. Kuzenim sigara içtikçe ben oda kokusunu sıkıyordum. Şişeyi yarıdan yarıya boşaltmıştım korkudan. Bir müddet sonra sigarayı söndürdü. Bir zaman sonra tekrar içmek istedi. Bu sefer dedim ki burada dövüşeceğiz kim kazanırsa dediği olacak dedim. Birden altalta üstüste olduk kavga etmeye başladık. O hışımla paketini avucuma alıp sıktım camdan dışarı attım. Kavga bitmişti. Kuzenim gitmişti. Annemle ablam odama girdi burası ne biçim kokuyor dedi. Korkmaya başlamıştım. Burası sigara kokuyor sigara mı içtiniz dediler. Elimi kokladı annem paketi sıktığım için elime koku sinmişti. Ağlamaya başladım. “yemin ederim ben içmedim kuzenim içti.” dedim olayları anlattım annem bana güvendi, sarıldı. İlk kez sigaraya bu kadar yakınlaşmıştım. Bu evrede başlamamıştım ama.

Lise ikinci sınıftaydım. Aklı beş karış havada, kimlik bunalımı yaşayan, herkesin dediğine evet diyen bir çocuktum. Hayır kelimesi ömrümde ağzımdan çıkmamış her şeyi merak eden bir çocuk... O yıllarda, eskiden ilkolda gayet samimi olduğum sonraları ara ara gördüğüm bir arkadaşım vardı. Bir gün sohbet ederken Emirhan ben sigara içeceğim gizli bir yere gidelim dedi. Şok olmuştum benim için çok büyük bir şeydi. Bir akranınım sigara içmesine hiç alışık değildim. Gittik bir köşeye o çıkardı bir dal sigara ve gayet profesyonel bir şekilde içmeye başladı. Bana hayatımı baştan başa değiştirecek o soruyu sordu. “ikram etmemi ister misin?” çocukluk aklı bir şeyden geri kalmama psikolojisi ile eskilerde o aktivistliğimi unutup “ver lan neymiş bu bakalım” dedim. Elime o dalı aldım. Birden korkmaya başladım. Ailem ne diyecek ya kokuyu alırlarsa? Annem beni gene o terliklerini çıkarıp döver mi? Sorular aklımda hızlı hızlı geçiyordu. Ancak bu sorular heyecana dönüştü çakmağın ucundaki alev haline aldı. Sigara yanmıştı, geri dönüşü yoktu. İçmeyi de bilmiyordum tabi ama erkekliğe bok sürdürmemek için soramıyordum da ağzıma alıp alıp bırakıyordum. Dumanı içime çekmeyi beceremiyordum. Sigara bitip, “şimdi ne yapacağız annem beni öldürecek” sorusunu arkadaşıma yönelttim. “korkma dedi ben halledeceğim.” Sanki zil zurna sarhoşuz da onu ailemizden saklayacakmışız gibi ağzımıza naneli şeker aldık. Uzun uzun tişörtlerimizi çıkarıp silkeledik. Zincir markette satılan parfümlerin testerlerini üzerimize sıktık. Bunları sadece bir dal sigara için yaptık. Eve girdim öylelikle. Çok heyecanlıydım büyük bir suç işlemiştim. Sanki bu yazıyı odamda elimde sigara olmadan yazıyormuşum gibi tir tir titriyordum. Koşa koşa banyoya girdim kıyafetlerimi kirliye attım, duşa girdim dişlerimi fırçaladım. Ama heyecanım geçmemişti. Ablam hiç yapmayacağı şeyi yapıp odama girip benimle sohbet etmek istemişti. Gözünün içine bakıyordum “git artık ne olur git” sesleri beynimde yankılanıyordu. Bana nedense birden sarıldı. Ne olduysa o zaman oldu. O şaşırma nidası geldi. “Hiii sen sigara mı içtin?” Yıkılmıştım. Kendimi ona uzun uzun anlattım ama bir kere bu haltı yemiştim. Sözler, yeminler ikna ettim bir daha içmeyecektim. Annem babam öğrenmemiş mutluydum.

Aylar geçti o olay unutuldu. Yine lisedeyim. Hiç arkadaşım yoktu. Sıramda yalnız otururdum, tenefüslerde yalnız vakit geçirirdim. Akşam eve yalnız yürürdüm. Ders sormaya bile arkadaşım yoktu. Sanırım beni kimse sevmezdi. Gerçi ben de onları sevmezdim. Sonra bir şekilde bir arkadaş edinmiştim. Nasıl olduğu hakkında bugün en ufak bir fikrim yok. Samimi olmuştuk. Birbirimizle iyi vakit geçiriyorduk. Ailem o arkadaşımı hiç sevmezdi ama nedenini bilmiyordum. İçleri bir şekilde ısınmamıştı. Gene bir gün o arkadaşımla dışarı çıktık o zamanlar kafeler artmaya başlamış yavaş yavaş bir kültür oluşmaya başlamıştı. Çay ile alakalı edebiyat dergilerinde afilli sözler yazılılıyor Facebook'ta demli çay fotoğrafları altında “çaysız ömür susuz çöle benzer” sözleri yayınlanıyordu. Kafede oturup çay içiyorduk. Birden o sahne yeniden belirdi. Arkadaşım cebinden sigara çıkardı. Sormadan sanki bir refleksmiş gibi yaktı içmeye başladı. “Sen sigara içiyor muydun?” dedim. “Evet istersen sana da vereyim” dedi. Aklımdan hiç içmek gelmiyordu. Ama ne hikmetse elimi uzatmıştım. İki parmağım arasına beceriksizce tutup ağzıma götürmüş yakmıştım. Bu arkadaşım öncekine nazaran acemiliğimi anlamış bana sigara içmenin inceliklerini oracıkta kısa bir ders olarak öğretmişti. Bu sefer içime çektiğim için aldığım her duman başımı döndürüyordu. Gözlerime dumanlar kaçıp gözlerimi yaşartıyordu. İyice yaş sümük içerisinde o dalı bitirdim. Ayağa kalktığımda baya baya sendeliyordum. Keyiflenmiştim. Ama korku yeniden belirmişti. Bu sefer umarsızdım nedense. Kafaya takmamıştım. Eve gittim korktuğum bu sefer başıma gelmemişti. Bir şekilde gizlemiştim kendimi. Ama sigara kokusu genzime yapışmıştı. Şimdilerde çok sık içtiğim için mi bilmiyorum öyle bir tad yok. O zamanlar bir daha mı içsem diye sürekli düşünüyordum. Ancak aklıma hiç yalnız başıma paket alayım da içeyim hiç gelmemişti. Sanırım bunda annemin terliği büyük bir etmendi. O arkadaşımla görüştüğümüzde ondan bazen sigara alıyordum bazen almıyordum. Kendime “ben bağımlı değilim ki ara sıra takılıyorum” diyordum. Zira okul arkadaşlarım okulun tuvaletlerinde içerlerdi okuldan çıkar çıkmaz yakarlardı. Ben gayet bu isteği kontrol altına almıştım kendimce.

Üniversitedeydim yaşım on sekiz olmuştu. Evden uzaktaydım. Netice itibariyle serbesttim yani. Bir kız arkadaşım vardı. Kendisine deli gibi aşıktım. Ağzından çıkan her söz emir telakki ediyordu bana. Bir gün yine kafasını yana eğip “çok merak ediyorum tekelden bir sigara alsana deneyelim” dedi. Koştur koştur gittim aklımca en zararsız en hafif sigarayı aldım. Kendisiyle karşılıklı birer dal içtik. Çok hoşuma gitmişti. Evden uzakta olduğum için de korku yoktu. Kendisi astım olduğu için daha fazla içmedi. Paket bende kaldı. Ben devamını getirdim. Sonra bir paket daha aldım. Bir paket daha... Artık resmi olarak bağımlıydım. Kendisinin bir arkadaşı o zamanlar piyasada olan mentollü sigarasından ikram ederdi bu sefer kendime uygun sigarayı da bulmuştum. İnternette resim paylaşırken sigara paketini saklardım. Eve dönerken terminale gitmeden önce dişlerimi fırçalar duşumu alır paketi yurda bırakır öyle otobüse biner ilginç şekilde İstanbul'da aklıma hiç sigara gelmeden cumartesi pazarı geçirdim. Montuma sinen sigara kokusunu alan aileme “arkadaşlarım içiyor üzerime sinmiştir” derdim. Bursa'ya dönerken terminalde paket alırdım. Böylelikle tam bir yıl geçmişti. Bir gün kız arkadaşım o kara haberi vermişti bana “senden ayrılıyorum.” demişti. Bu haber ile elimde olan tek sığınağım sigara kalmıştı. Elbette aklı başında olan bir insan için bu gerçek bir sığınak değildi. Çözümü onda bulmuştum. Yurt odasında geceleri arkadaşlarım uyurken yasak olmasına rağmen yangın alarmını sökmüş sigaraların birini yakıp birini söndürüyordum. O dönemler aşağı yukarı günde üç ya da dört paket içiyordum. Çünkü vaktim boldu. Zaten genelde dört saate yakın uyuyordum uyku haricinde tüm gün elimde sigara vardı. Yatakta, yemek yerken, tuvalette, duş alırken... Arkadaşlarımın arasında lakabım küllük olmuştu. Leş gibi kokuyordum dişlerim de sapsarı olmuştu. İstanbul'a da türlü bahanelerle gitmiyordum çünkü sigara içemeyecektim. Kız arkadaşım hayatımın merkezindeydi o boşluğu sigara ile dolduruyordum. Bu hal iki üç ay sürmüştü.

Nefesim çok düzensizleşmiş oldukça da kilo vermiştim. Biraz akıl kırıntısı kalmış olacak ki böyle gitmez dedim. Önce günde iki pakete ardından bir pakete ondan sonra da yarım pakete kadar düşürdüm.

İçtiğim sigara markalarına çok bağlıydım. Uzun müddet boyunca aynı markayı içiyordum. Sonra tipik öğrenci parasızlığı ile tütün içmeye başladım. Hayatımda aldığım en iğrenç karardı. Sabahları uyandığımda boğazıma sanki çökmüşler de konuşamıyormuşum gibiydi. Daha sonraları değişik markalar denedim. En sonunda uzun sigaranın beni tatmin ettiğini bana iki sigara arasında en uzun süreyi sağladığına kâni oldum. En çok da sabah uyanır uyanmaz aç karnına içilen sigaraya bayılırdım. Hala çok severim. Gözüm yarı açık yarı kapalı komodin üzerinde paket ve çakmağı el yordamıyla arardım. Hemen daha yatakta yakardım. Odam da artık her yer küldü.

Ev arkadaşım ile sigara yüzünden sürekli kavga ediyorduk. Ortak alanda içme. Odanda ortalık yerde içme. Pencerede içme. Balkonda kapıyı kapatıp iç gibi bir çok kavgalar mevcuttu. Bir gün kendisine artık bırakıyorum dedim. Böylece bırakma evresine girdim. Devletin sigara bırakma hattını aradım. Videolar seyrettim. Ama asla bırakamadım. Kendimi bıraktığıma dair kandırıyordum. Paket almıyordum ama sinyal yapıyordum. Yoldan geçerken “pardon hocam sigaran var mı acaba?” diyordum. İki sene böyle geçti. Her gün yine en az iki dal içiyordum. Sözde bırakmıştım. Ev arkadaşımdan kurtulur kurtulmaz soluğu tekel bayiisinde almıştım. Kendime ait paketimden çıkarıp yaktığımda arkasından basmıştım küfrü. Ama bir sorun vardı o sıralar okulu bırakma evresindeydim. Covid-19 patlamış o sıralarda da ben okulu bırakıyordum. İstanbul'a dönmüştüm.

Tamam artık içmeyeceğim dedim. Evde kendime meşgaleler buluyordum. Bir gün artık dayanamadım anneme dışarı çıkıyorum biraz hava alacağım diyerek soluğu tekelde aldım. Paket aldım bir kafeye oturdum. Orada en az üç saat kadar oturdum sırf sigara içeceğim eve de yakalanmayacağım diye on bardağa yakın çay içtim pakette ise üç ya da dört dal kalmıştı. Onları da çöpe atmıştım. Bana bu eylem baya gitmişti.

Kesin çözüme ihtiyacım vardı. Sorunum artık ailemin öğrenip kabullenmesiydi. Çözüm kendiliğinden geldi. Ramazan günüydü. Covid iyiden iyiye etkisini göstermişti. Sokağa çıkma yasakları başlamıştı. Bu süre içinde ben de kuzenimi kafalamış sadece iftardan sahura evin terasına çıkıp çay demleyip sahura kadar muhabbet eşliğinde sigara içiyorduk. Baya iyi gidiyordu. Gene bir sahur vakti son sigaralarımızı söndürüp evlerimize dağılmıştık. Eve girdiğimde sahur sofrası hazır şekilde görüp masadaki her zaman ki yerim olan babamın yanına oturmuştum. Babamdan “üff leş gibi sigara kokuyorsun” lafı gelmişti. Bu sefer inkar etmedim sadece suratıma aptal bir ifade takındım. Güldü “bok iç pezevenk” dedi. Artık resmi olarak ailem de biliyordu. Üzerinde fazla konuşulmadı.

Askere gittim. Bir askerin tek arkadaşı sigaradır. Hiç sigara içmemiş ağzına bile almamış biri bile orada bir şekilde dertlenir arkadaşından en azından bir kere “devrem bu askerlik bitmeyecek bir sigaran var mı be” der. Acemi birliğinde yanaşık düzen eğitimleri arasında mola verilir herkes yere bağdaş kurar bölükten sorumlu komutan “yak” diye emir verir ardından “çek” emri gelir daha sonra “bırak” emri ile seremoni sona ererdi. Zaten en çok müsamaha sigaraya verilirdi. Komutanlar bir iş verdiğinde senin elinde ne iş olursa olsun bırak gel derlerken eğer elinde sigara varsa “sigaranı iç gel” derlerdi.

Şimdilerde yaklaşık on iki senedir yanan dostumla hala beraberiz. Şimdilerde yukarda anlattığım gibi büyük olaylar olmuyor laletain bir olay gibi çıkarıp paketten hızlıca yakıp ardından hızlıca ilk nefesimi alıyorum. Lanet zararlı kötü bir dostluk. Bu yazıyı yazarken tam sekiz sigara söndürdüm. Kendisinden nefret etsem de asla bırakmak istemiyorum.


8 Haziran 2025 Pazar

İki İnsan, İki İz: Çocuklukta Bırakılan Gölge ve Işık



Bazı anılar bazı insanlar unutulmaz. Hatta tekrar karşılaştığınız da o ilk gördüğünüz yaşlara dönersiniz. Mesela yıllar sonra misket görseniz belki heyecanlanırsınız çocukluk anılarınız gelir yer yer kazandığınız yer yer kaybettiğiniz anılar canlanır. Kimi şarkılar da öyledir kimi filmler de öyledir. Buna nostalji deniliyor tabi. Romantik yazılar eşliğinde ballandıra ballandıra şimdilerde anlatılır. Sosyal medya hesaplarında güzellemeler yapılır. “90'larda Çocuk Olmak” başlıklarıyla paylaşımlar yapılır o yıllar sanki masalmış gibi anlatılır. Ama ne hikmetse kimse o yılların kaosundan bahsetmez. Altı yedi ayda çöken hükümetler, en zirveye ulaşan terör, batan bankalar, memurlara ve işçilere verilmeyen ya da geç verilen maaşları kimse konuşmaz. Psikolojide buna geçmiş güzellemesi deniyor. Çok yaşlı insanlar genelde gençliklerini anlatırken hep güzel şeylerden bahseder çoğu kötü anılarını unutmuşturlar. Yani velhasıl-ı kelam romantik nostalji insana pek yararlı değildir bence.

Ben bu yazının başına otururken bunlardan bahsetmeyecektim bir kıyas yapacaktım ama konu buralara geldi. Benim yazma stilim aklıma geleni yazmak olduğu için böyle gelişiyor. Konuya şöyle devam edecektim. İki insan ve bana bıraktığı etkiler üzerine konuşacaktım.

Mahallemizde bir abimiz vardı. Tipik mahalle abisi kendisi. Ben çocukken kendisini o kadar çok sever ve sayardım ki. Benim bir erkek kardeşim yok ablam var. Onu abi yerine koymuştum. Mahallede oynarken yanına çağırdı ve bizimle beraber sanki yaşıtmışız gibi oyunlar oynardı. Sık sık sanki akranıma gidermişim gibi çat kapı evine gider sohbet ederdim. Beni de ciddiye alıp dinlerdi. Mahallemizde bilgisayar ilk o eve gelmişti, bende yetmişli yıllarda komşuya gidip televizyon izler gibi o abiye gidip bilgisayarda oyunlar oynardım. Sıcak, samimi, içten bir abiydi. Kendisini çok severdim ablamın arkadaşıydı. Mahallede herkes severdi. Yıllar boyu sürekli o abi hakkında sohbet ederdik. Bana o abinle telefonda konuştuk selamı var sana dediğinde çok mutlu olurdum. Ordan taşındık sonraları. Bazen düğün dernek sebebiyle yanyana geldiğimizde sanki o çocukluk yaşlarıma dönüyordum etrafında koşmak dans etmek içimden geliyordu. Yine çocukça sorular sormak geliyordu. Bana o kadar iyi geliyordu ki kendisi hala çok iyi anarım.

Bir diğer kişiden bahsetmek istiyorum kendisi yine benden yaşça büyük birini. Bana onu hatırlamak kasvetli hissettiriyor. Elim ayağım boşalıyor. İstemsiz hatalar yapıyorum. Bu karakter de çocukluğumun bir karakteri. Çocukken kendisi ile sohbetimiz pek olmasa da bana o gerginliği veriyordu. Yanında konuşmalarınıza oldukça dikkat etmeniz gerekiyordu. Kendisi sürekli tüm akrabalar tarafından “sarhoş pezevenk” olarak tanınan bir karakterdi. Çocukken kendisi ile karşılaştığımda ayağımda ki kot pantolonu zorla eve gönderip çıkkattırmış, saçlarımı yaz tatili sebebiyle bir heves uzattığım için oyunumu bölüp “abilik yaparak” kendisi bizzat benimle beraber gelip saçlarımı kesmem için cebinden para vermişti. Sürekli beylik lafları edip erkek adam dediğin karısına böyle davranmalı deyip karısını dövüp evine yollayan biriydi. Akran kuzenlerim tarafından pek saygı gösterilmezdi kendisine. Ama ben içten içe ona saygı duymam gerektiğini hissederdim. Ağzının içine bakar, “acaba bir şey emreder mi?” diye beklerdim. Beraber arabasına bindiğimizde eğer arabada yalnız isek sohbet asla kuramaz eğer kurmaya çalışırsam da saçmalardım. Bu bayram sebebiyle yine karşılaştık. Otuzumda iken yine o yaşlarıma döndüm. Araba ile bir yere bırakır mısın dediğinde “hemen abi” diyerek oturdum üç kere kaza tehlikesi atlattım. Şimdi fırçalayacak beni korkusu ile dakikalarım geçti. Arabadan indiğimde ter içinde kalmıştım.

Bu iki insan özelinde geçmişi yad etmek istedim. Bana etki eden beni şekillendiren bu iki insan beni bugünkü Emirhan olmamda bir kaç etkileri olmuştur elbette. Anne babam bu iki abiye de çok fazla hürmet gösterir çok severlerdi. Ama benim gözümde ikisi de bambaşka insanlardı. Belki ben abartıyorumdur ama bana katılan insan olacaktır elbette. Ama kimseye suç bulmamak gerekir. Dediğim gibi akranlarım vardı bu insanlara maruz olan insanlar vardı. Bugün bambaşka insanlar kendileri. Netice itibariyle iş yine insanın kendisinde bitiyor.

6 Haziran 2025 Cuma

Ağzı Bozuk Yazar

 


Kendimi bildim bileli küfrederim. Pervasızca, umarsızca küfrederim. Küfrün insanı rahatlattığına inanan insanlardanım. İnsanlarla kavga etmeyi tartışmayı beceremeyen biriyim. Kısacası hakkımı arayamam. Onun yerine olay bitip insanlar dağıldıktan sonra basarım küfrü arkalarından ana, avrat, soy- sop artık ne beklerseniz. Bunun arkasına sığınmak istemiyorum ama elimden gelen bu demek doğrudur.

Çocukken pek sövdüğümü hatırlamam hatta söven akranlarımı ayıplardım. Çocukken bütün büyüklerin gözünde efendi ahlaklı terbiyeli bir çocuktum. Misal kendi yaşıma yakın bir kuzenim vardı benim tersime tam bir küfürbazdı. Büyüklerimizin yanında hatta bizzat onlara küfrederdi. İlginçtir bu normal karşılanırdı. Bir şey söylemezlerdi. Hatta gülerlerdi. Ama şahit olduğum bir iki cümle var “o çocuk da çok edepsiz” lafları tabii vardı. Dediğim gibi çocukken gayet “terbiyeli” bir çocuktum. Bunu oldukça da kullanırdım. Bayramlarda beni çok sevdikleri için bayram harçlıklarım biraz daha büyük banknotlardan olurdu. Babama beni övdüklerinde hissederdim. Eve koltukları kabarmış gelir “Emirhan, oğlum bak sana oyuncak aldım” cümlesini sık sık duyardım. Ama ne olduysa liseden sonra biraz işler değişti ilk başlarda kısık sesli küfürler ve “bok, göt, şerefsiz” gibi nazik(!) küfürlerin ardından galiz küfürler repertuarıma katıldı. Durduramıyordum. Özellikle samimi arkadaşlarımın yanında koyu bir sohbet varsa oldukça değişik gün görmemiş küfürler sarf edebiliyordum.

Başlangıçta bazı kurallarım vardı elbette. Kadınların yanında, akraba ve aile büyükleri yanında küfür etmezdim. Bu kural da tabi her Türk erkeğinde vardır nispeten. Sonraları ne olduysa samimi kadın arkadaşlarımın yanında da küfretmeye başladım. Daha sonraları ailemin yanında da... Aile yanında küfür biraz garip zira aileme karşı kendimi hep sakladım. Beni her zaman farklı bir Emirhan olarak bilmişlerdir. Üniversiteye gittiğimde bambaşka biri oluyordum İstanbul'a geldiğimde bambaşka. Aile yanında ki küfür de bir nevi rüştümü ispatlama kendimi açıklama gibi oldu. Kesinlikle güzel bir şey olduğunu iddia etmiyorum tabii. Küfür benim kafamda sanırım sadece büyüklerin edebileceği bir şeydi. Bu düşünce biraz çocukça gelebilir. Benim halet-i ruhiyeme uygun ancak.

Küfrün kültürel açıdan incelemesi diye bir başlık da atalım yazıya bilimsel bir hava katalım. Şaka bir yana tabi bunu yapabilecek bilgiye sahip değilim ama bir kaç çıkarımımı naçizane paylaşmak istiyorum. Küfür Türk toplumunun bir parçası. Dilimizde bile veciz(!) küfür örneklerimiz var. Bu kadar çeşitlilik bir başka dilde pek yok. Anaya sövmenin edebiyata girmesi bile Shakespeare ile başlamış. Bu da on altıncı yüzyıla denk geliyor. Ancak Divan Edebiyatında bir çok küfürlü hiciv örnekleri mevcut. Kaldı ki küfürlü atasözlerimiz mevcut. Misal, adam olacak çocuk sıçtığı boktan bellidir lafı güzel bir atasözümüzdür. Yine çok beğendiğim el sikiyle gerdeğe girilmez atasözü bir çok sorunumuza çözüm arar niteliktedir. Türklerde vücudun ve nesnelerin her yerine sövebilirken İngilizce' de kuru bir “ fuck” ile geçiştiriyorlar. Ağzı dolduran “Orospu çocuğunun” yerini asla almıyor bence.

Mellissa Mohr'un İngilizce orijinal adı olan “Holly Shit” kitabının Türkçe çeviri sahibi Zeynep Dörtok Abacı “Küfretmenin Kısa Tarihi”1 kitabında kültürlerin nasıl küfür ettiklerini nelere küfrettiklerini yazmaktadır. Burada daha çok Avrupa kültürü anlatıldığı için bizim kültürümüz adına bir bilgi yok maalesef. Ancak okunmaya gerçekten de değer. Kitabın ilerleyen safhalarında ilginç bilgiler yer alıyor. On sekizinci yüzyılda hüsnü tabirler başlamış. Benim en çok beğendiğim pantolon kelimesi ayıp karşılanmış ve yerine onu tarif edecek dolaylı anlamlar aranmış. Bu da bazı kelimelerin bize dönem dönem anlamları değiştiği anlamına geliyor. Dil canlıdır her an her şekilde değişebilir. Bizde ki örneği de mastürbasyonu gizlemek için el çekmek tabirinin ebcet hesabıyla otuz bir olarak gizlenmesi sayılabilir.

Günümüzde Z kuşağında (bu tabiri de hiç sevmem) gerçekten de ilginç kulağa değişik gelen küfürlerini duyuyorum. İşi biraz şiirleştirmişler. Ama maalesef bundan en azından biraz rahatsız olmalarını beklerdim. Tabii bu benim haddime değil elinde tespih yaşlı dedeler gibi görünmek istemem. Ancak büyüklerin çocuklara küfür öğretmesi de yine bizim kültürümüze ait. “Hadi evladım amcalara puşt de” bu cümleyi sadece bizim kültürümüzde duyarsınız. Kültürümüz yoğrulurken küfür bu hamurun mayası olmuştur. Kaşgarlı Mahmut Dîvan-ı Lügati't-Türk'te, Türkler küfre güler demektedir. bu da bizim mizah anlayışımızı gösteriyor.

Küfür, bir konuyu dolandırarak ya da kelimelerce anlatılacak şeyi kısaca anlatmamıza oldukça fayda sağlayan bir şeydir. Canınız sıkkın konuşmak istemiyorsunuz biri size nerden geliyorsun diye sorduğunda bak kardeşim canım çok sıkkın sana ne benim nerden geldiğimden zaten canım burnumda nerden çıktın sen demek yerine “ananın amından” demek iki kelime ile işi bitirmenin en basit yolu.

Cinsiyetçi küfürlerimiz oldukça çok bu da tabi ataerkil bir toplum olduğumuzun yegane örneği. Anaya ve kadın cinsel organlarına bizzat edilen tecavüz çağrışımları bunun içindir. Yine kadınların toplumumuzda ayıp ve “namusumuz” olması ve namus kavramının bir çok şeyden üstün olması cinsiyetçi küfürleri oldukça önemli kılıyor. Ya da erkekliğini aşağılayan puşt, ibne gibi küfürler de yine bunun örneğidir.

Yine de küfür duymak, küfre maruz kalmak insanın canını sıkan bir şey umarım küfre gerek duymadan nazik küfürsüz insanlar olmak dileğiyle.

1Mellissa Mohr, Küfretmenin Kısa Tarihi, Zeynep Dörtok Abacı, İstanbul: Aylak Kitap, 2015.

5 Haziran 2025 Perşembe

Zamana Direnen Sevgililer



Zaman sadece ilerlemez, duyguların içinden geçer. Akrep ile yelkovan sanki anlaşmışlar gibi tam üst üste gelirken saatim birden duruverdi. Birbirlerini seven iki sevgili gibi sımsıkı sarılıp dururken uzakta yalnız kalan saniye kolu, onları seyre daldı. Bu iki küçük mekanik parça zamana meydan okurcasına beraberler artık. Zamansızlığın tadını çıkarıyorlardı ki unuttukları bir şey var, zaman onları tekrar ayıracak! Saat ne kadar değerli ya da basit de olsa bu aşk, her saatin kalbinde yaşanıyor. Dakikalarca sohbetleri, saniye kolunun uzaktan onları izleyip kıskanması ile devam ediyor.

Saatime nazikçe bir iki defa vurduğumda bu zalim saniye kolu iki sevgiliyi ayırmaya doğru yol almaya başladı. Benim zalimliğim daha büyük olmalı ki geri kalan dakikaları kurma kolunu oynatarak düzeltmeye ve saniye koluna yardımcı olmaya devam ediyorum.

Dakikalar geçiyor ve bu iki sevgilinin araları gittikçe uzaklaşıyor. Saatin tiktak sesleri birer “beni bırakma” haykırışları kadar güçlü ve kulakları sağır eder cinsten. Her saniye onları ayırmak zorunda oluşunu kimse bilmezdi. O sadece görevini yapıyordu. Ama yarım saat sonra uzaklaşmalar dönüyor ve yakınlaşmalar geliyor. Saniye kolu telaşlanıyor. Hızla dönüp dururken elinden gelen bir şey olmayışı onu üzüyor. Elinden gelen tek şey ilerlemek. Zaman aleyhine işliyor.

Saniye kolu parlak siyah kadranın üzerinde zaferini kutlarcasına dönüp duruyorken her dakikada iki aşığın yanına gelip “sizi nasıl ayırdım ama” dercesine uğrayıp gitmesi çok daha acı. Fakat bu iki aşığın buna inat saat başı buluşup birkaç dakika olsa dahi hasret gidermeleri, insanı şu anki laçka ve saçmalaşmış, basit ilişkileri düşündürmeye sevk ediyor. Küs- barışlar, saçma kıskançlıklar. Sosyal medyada “en çok biz mutluyuz” pozları ama ekran aşağı inince çıkan basit kavgalar ile dolu ilişki. Belki de her saat, bize gerçek aşkın zamanla değil, dirençle var olduğunu hatırlatmak için tıklıyordur.

Ben, Sokak Lambası


Hey, merhaba... Benim benim kim konuşuyor diye bakma öyle. Kaldır kafanı biraz, çok güzel. Biraz sola şimdi. Olmadı az sağa, biraz daha kaldır aşağıda değilim yerlere bakma biraz daha kaldır. Heh! İşte benim! Ne o beğenmedin mi? Pek bir surat astın. Sen de haklısın bir sokak lambasının konuşmasını beklemiyordun değil mi? Bu sokakta yirmi yıl var ki dikilir dururum. Bu benim işim. Buraya dikildiğim günü dün gibi hatırlıyorum. Ne gündü ama! Tangır tungur sallana sallana kamyon kasasında buraya gelmiş, işçilerin şakalaşmaları arasında emekliliği gelmiş suratsız bir belediye işçisinin nasırlı elleri tarafından bugün olduğum yere çakılmıştım.

Bu yirmi yılda neler görmedim ki... Mahalle maçlarında kale direği oldum çocuklar için. Gollerine beraber sevindik. Kaçırdıklarına beraber üzüldük. Yeri geldi “öyle vurulur mu be” diye çıkıştık takım arkadaşımıza. Gece karanlığında aşıkların çatısı oldu ışık hüzmelerim. Niceleri geldi bu ıssız karanlık sokağımızda altıma. Karanlığı tırnaklayıp söken ışığımda içleri ısındı. Birbirlerine sarılırlarken söyledikleri aşk şarkılara beraber eşlik ettim. Alt sokakta oturan bir Helin vardı ben yeni geldiğimde en fazla yirmi yaşlarındaydı. Sevgilisi Yunus ile el ele buraya kadar gelirlerdi laf söz olur diye köşede ayrılırlardı. Helin, Yunus'u benim ışıklarıma emanet ederdi. Helin köşeyi dönmeden Yunus asla buradan ayrılmazdı elleri o gidene kadar inmezdi. Geçenlerde duydum Yunus yeni bir dükkan daha açmış Helin ise ikinci yeğenime hamileymiş. Mutlulukları daim olsun.

Hala işe yaradığımı bilmek rahatlatıyor beni. Geçenlerde belediyenin fen işlerinden Rıfat Ağabey geldi. Birkaç sene de bir gelir hep hiç aksatmaz. Her geldiğinde kendi emri altında çalışan o koca yağ tulumu gibi işçileri üzerimize çıkarır kontrol ve bakımlarımızı yapar. İlk seneler zorlanmıştım o adamları taşıyacağım diye ama şimdilerde alıştım pek zorlamıyor artık. Bir gün birisi düştü üzerimden oh dedim beter ol, çıkarken dibime tükürmüştü çünkü pezevenk. En son geldiklerinde Rıfat Ağabey bu sefer formalite evrakları hemen doldurup gitmedi. Bazı arkadaşlarıma işeretler koydu öyle gitti. İşaretledikleri arasında ben de vardım. O kadar korktum ki bizi aldı bir telaş. Herkes bir şey diyor. Dedikoducular! Bir tanesi sen çok eskidin birader sökecekler seni dedi. Bir şey diyemedim haklı olabilirler. Gerçi bunu diyen lamba benden eski, pasları artık öbek öbek yere dökülüyor da sokak süpürgecisi Mevlüt Ağabey o lambaya her altından geçtiğinde küfür etmekten bir hal oldu. Neyse lafı uzatmayalım iki üçhafta sonra Rıfat Ağabey gene geldi bu sefer işaretlenenler hariç hepsini söküp götürdüler. İyi oldu o lambaya hiç haz etmiyordum sen kimsin bana laf sokuyorsun.

Bir Nisa Teyze var. Eşi rahmetli olduktan sonra oğlu kızı kadıncağızı aralarında bir sen bakacaksın bir sen bakacaksın diye top gibi birbirlerine atıyorlar. Kadının yıllardır elektriği yok evin tesisatı çürümüş mü ne olmuş artık kaldırmıyormuş vallahi ben de Suzan dedikoducusundan duydum. Annecim hadi sana bakmıyoruz. Hiç değilse elektriğini yapalım da evinin iyi kötü ışığı olsun demiyorlar arkadaş! Kadın yalnız yaşıyor. Onu geceleri ben aydınlatıyorum biraz da olsa pencerenin önüne oturuyor gözlüğünü takıp el işi yapıyor.

Biliyorum çok konuştum. Ama iyi oldu böyle. Lütfen sık sık gel. Anılarımı birine anlatmak mutluluk veriyor bana. Seni hiç konuşturmadım kusura bakmazsın artık. Ama anla beni ben bir sokak lambasıyım ve tek işim dikilmek etrafımda olanları izlemek.


3 Haziran 2025 Salı

20'li Yaşlarıma Küçük Bir Veda

 



Otuzuma girmemden bir kaç hafta geçmesi üzerine özlediğim yirmili yaşlarıma bir göz geçirmek onları hakkıyla uğurlamak istedim. Çoğu insan lise anılarına vazgeçilmez der ancak ben liseyi asla sevmemiştim. Her şey üniversitede başladı. Ergenliğin verdiği buğulu hava başımı döndürmüş yavaş yavaş gelen sorumluluk bilinci ile yetişkinliğin kapısında bekliyordum. Kapıyı tıkladım ve açılmasıyla yirminci yaşıma bir konser çıkışı arkadaşlarımın basit bir kutlamasıyla girmiştim. Mütevazi partiden “yarın okul var” diyerek ayrılıp yurda yürürken beynimde “artık yirmi yaşındasın oğlum vay be” cümlesi çınlıyordu. Çok mutluydum bıyıklarım gürleşiyor yer yer köse olan sakallarım artık muntazam oluyordu. Kendimi baya baya yetişkin sanıyordum. Tabi nasıl yetişkinlikse artık dersleri asmalar, aileye sürekli okul hakkında yalanlar, “bir gün yaparım şu işimi de ya boşver”ler hiç bırakmıyordu beni. Yetişkin sanıyordum ama hiç yetişkinliğe ait bir eylemim yoktu.

Yirmili yaşlarıma bomba gibi girmiştim ama henüz on sekizimde deli gibi aşık olmuş o aşkı yirmi dört- yirmi beş yaşıma kadar saklamış ve geceleri önüme çıkarıp hayalini okşamıştım. Yine üniversitede bir daha mı geleceğiz dünyaya diyerek otostop turları yapmıştım. Bir çok tırcı hikayem var bu başka bir yazının konusu elbette. Yeni başlamış olduğum sigaraya aşk acımla günde dört pakete çıkarmış birini yakıp birini söndürüyordum. Bir birayla sarhoş oluyor geceleri sokaklara çıkıp hafif sesle naralar atıyordum. O yaşlarımın en güzel dostu beni sırtlıyordu. Amiyane tabirle yol yordam gösteriyordu. Zira İmam- Hatip mezunu fanusta yaşamış bir çocuk olarak geldiğim bu yaşlarıma, kadınlar ile nasıl konuşulur. Bira nasıl köpürürse lezzetli olur. Otostop çekerken şoföre ne söylersen sigara uzatırı öğretiyordu. Az zaman sonra mükemmel bir sinyalci olmuştum. Öğrencilik bu konuda oldukça yardımcı oluyordu. Uludağ üniversitesi bana yaklaşık yedi sekiz sene (haylazlıktan uzata uzata) ev oldu bu yaşlarımı eğlenceli ve anlatılır kıldı.

Bir günüm sabah kalkıp hem okuyup hem çalışacağım düsturu edindiğim için işe gitmekle başlıyordu. Garsonluk, bulaşıkçılık, hanutçuluk, teknik servis elemanlığı gibi işlerde çalıştım. Akşamına da derslere gidip gece de yatıp kendime vakit ayırmak ile geçiyordu. Yeri geldi işlerimi de astım. Ay sonuna doğru artık parasız kalınca geceleri ATM önünde yatıp burs günü saat on iki olunca türkü söyleyerek kartı takıp bursumu çeker koştur koştur bahsettiğim arkadaşım Seda ile tabi ki de Bursa da olduğumuz için iskenderciye koşar ayın ilk en güzel yemeğini yerdik. Ardından güzel bir keyif sigarası... “Seda gene biz bu parayı ay sonuna yetiremeyeceğiz be kızım” diyerek aya başlardık. Babama “hoca falanca kitabı istedi şu kadar para yollarsın değil mi babacım” masallarıyla ek bütçe de yaratırdım. Şaka bir yana geçenlerde babamla kaba taslak bir hesap yapıp o zamanın bir ev parası yediğimi maalesef üzülerek öğrendim. Masalsı, yıllar yılları kovaladı cümlesiyle devam eden yaşamım artık yavaşça gelecek kaygısına evrildi. Yıllar geçti. ev arkadaşları değişti; kimisiyle yollar mezuniyetle, kimisiyle buzdolabının boş olması ve evin “otel” gibi kullanılmasıyla ayrıldı. Aşk yine geldi, bu kez suratıma yumruk gibi indi. O romantik yazılara bayılanlardan değilim. Bu aşk biraz garipti; karı-koca gibi masrafları hesaplayıp, iş bulmayı konuştuğumuz bir ilişkideydik. 

Bu yıllarda oldukça serbesttim. Ailenin nispeten olan baskısından ipi boşalmış ben nereye sarsam diye düşünüp günler geçirirdim. Ancak bu hayata bir dönüm noktası lazımdı. O da maalesef hepimizin muzdarip olduğu Covid-19 pandemisiydi. Yüce yaratıcı hayatın çok sorumsuz artık yeter dedi ve değişim yüzünü gösterdi. Kitap fuarında çalışırken okullar tatil oldu haberi gelmişti. Sanıyorduk ki bir kaç hafta sonra bu süreç sona erer. Eve döndüm o güne kadar bu serbestliğin bozulmaması adına yaz okullarına bile kalan ben- zira sabah istediğim saatte kalkar istediğim saatte yatardım- eve hapsolmuştum. Babamla yüzyüze her gün bakıp siyaset kavgaları yapıyorduk İstanbul'dan hep nefret ediyorum Bursa çok güzel bir şehir dememin sebebi ailemmiş. Yani Bursa'nın bir numarası yokmuş. Pandeminin uzayacağını anlayınca apar topar Bursa'ya dönüp eşyalarımı toplayıp İstanbul'a geldim. Yaşım artık yirmi altıya gelmişti. Gelecek kaygısı oldum olası yüklenmişti sırtıma. Okulunda biteceği yoktu zaten. Bir gece ne olacaksa olsun diyip askerlik tecilimi bozdum. O gece üzerimde birden bir hafiflik oldu “başvur” tuşuna basar basmaz.

Yine pandemi döneminin içinde askere gittim. Askerlik bana o kadar çok şey kattı ki. Sevmediğin koğuş arkadaşını kollamak zorundasın. Yeri geliyor gözün açık uyumak zorumda kalıyorsun zira koğuşta hırsız kol geziyor. Bunlar hiç tatmadığım deneyimler zira iyi kötü mürekkep yalamış insanların içinde yaşadım hep. İyiyi kötüyü nispeten bilen insanlar. Ancak askerlikte ömrü dağda geçmiş hayatı boyunca sadece hadi askerlik görevin geldi düze in denilen insanlar vardı orada. Yaşım büyük gittiği için abilik yaptım. Bu da benim deneyimlemediğim bir şeydi. Orada özgüvenim aslında arttı. Zira hep özgüvensiz yetiştim. Her şeyi yaparım her görevin üstesinden gelirim gelemezsem de kurcalarım bir şekilde öğrenirimi öğretti askerlik. İnsan ilişkilerimi arttırdı zira anlama kabiliyeti en az insana da anlatmak zorunda olduğun şeyler vardı. Komutanlarım tarafından sevilirdim çünkü nispeten eğitimli ve “efendi” idim. Derdim olduğunda tamamen saydam şekilde iyisini kötüsünü anlatıyordum bu da onların hoşuna gidiyordu. Psikiyatri ilaçları kullandığım için RDM yani Rehabilitasyon ve Danışmanlık Merkezinden (er tabiriyle Rahatsız Deli Mehmetçik) sık sık danışmanlık alırdım. Zira psikolojim orada altüst olmuştu. Saat sabah dörtte kalkıp akşam onda uyumaya asla alışık değildim. Tek sorun bu değildi elbette. Üst devrelerden baskı ve zorbalık hadsafhadaydı. Buna babalarımız döneminde devrecilik şimdilerde ise sıracılık denirdi. Bu kavramlar oldukça yoruyordu beni. Asker psikolojisi kız arkadaşım da o dönem terketmişti beni. Yani yalnızlık psikolojisi iyiden iyiye sarmıştı. Bunu o dönemlerde tuttuğum günlükler oldukça gösteriyordu. Bir gün nöbet tuttuğumuz yerde nehir taşmış sel olmuştu. Devreme “devrem şu silahı tut ben geliyorum” demiştim kendimi sulara atacak iken birden niyetimi anlamış arkamdan sarılmıştı. İntihar edecek duruma getirmişti askerlik. Çok duymuştum intihar edenleri anlam veremezdim ama o üniformayı giyince gayet anladım. Ancak her şeye rağmen bölük komutanımız oldukça kollardı beni ve bana oldukça güvenirdi. Buna garajımıza geldiğinde odasına çağırıp tarih okuduğumu bildiği için, misalen bugün bana 12 Eylül Darbesinin sebep ve sonuçlarını anlat Emirhan derdi. Bir gün ise Roma döneminde Caesar'ın Rubicon nehrini geçmesiyle olan olayları anlattırırdı. Oldukça tarih severdi. Bir de tabi RDM raporlarımın kendisine mühürlü zarflarla gitmesiydi elbette. İsmini de burada zikretmek istiyorum kendisinin Üsteğmen Mahmut Keser. Gözleri delici bakan çakı gibi bir askerdi. Benim üzerim pejmürde kambur yürüyen bir askerdim. Yanında asker falan sayılmazdım.

23 Nisan Çocuk Bayramında gerçekten çocuklar gibi mutluluk içerisinde terhis oldum. Artık aklımda bir takım şeyler oluşmuş bir insandım. Okumaya devam etmek istedim bir kaç ders aldım, hatta verdim de onları ama artık hevesim de kalmamıştı. Yaklaşık sekiz sene Bursa'nın tozunu yutmuş artık bu tozdan resmen astım olmuştum. Döner dönmez ticaret yapmak istedim o dönemim parası babamdan iki yüz lira alıp bit pazarlarında bazı mallar satmaya başlamış önce dört yüz sonra sekiz yüz yapmıştım sermayemi. Ancak daha sonra gelir gideri şaşırıp sermayeyi kediye yükleyince elime yüzüme bulaştırmış elimdeki malları yok pahasına satıp “iş insanı” ünvanımdan vazgeçtim. Ciddi işler peşinde koşmaya başladım. Hayalim, bir el becerisine sahip olup bir müddet sonra kendi işimi kurmak oldu. Ancak bu da daha sonraları hayal oldu. Bir türlü öğrenemiyordum. Bir kısım işverenlerde “abi iş istiyorum” dediğimde yukardan aşağı alaycı ifadeyle bakıp kaç yaşındasın? Bu yaştan sonra seni nasıl çırak alayım diyordu. Bu raddeden sonra yavaş yavaş bazı şeylere geç kaldığımı hissetmeye başlamıştım. Girdiğim hiç bir işi beceremiyordum. Son iş deneyimlerim tershane de elektrikçilik ve çağrı merkezi oldu ve o an geldi...

Hayatıma ömrümde göremeyeceğim iyilikte bir insan girdi aşık olmuştum. Bu sefer gençliğin getirdiği aklın bir karış havada olduğu bir aşk değildi. Ömrümü ona adamak istiyordum. Mutluluk beni çok güzel yakalamıştı. Hala da devam ediyor. Umarım bu mutluluk daim olur. Artık yirmi dokuz idim. Otuz bana el sallıyor artık yakalayacağım seni diyordu. Artık her şey de mantık arar olmuştum. Üniversite çağındaki Emirhan bir işin önünü sonunu düşünmeyen kişi her şeyi ince eleyip sık dokur olmuştu. Böylelikle bugünkü karakterim oturmuştu.

Bu uzun yazı umarım sizi sıkmamıştır. Yaklaşık olarak anlattığım on sene böyle teker meker gitmişti. Yeri geldi düştüm ardından bir daha düştüm biraz doğruldum bir daha düştüm ve ayaklandığım bu on seneyi kısa bir yazı ile geçiştiremezdim. İnsanın en güzel yaşları olan yirmili yaşlarıma böylelikle veda ediyorum.

Yazı Yazmak mı, Dertleşmek mi?


 Hiçbir şey yokken bilgisayarımı açtım.

Normalde yazı işlerimi hep kâğıt kalemle yaparım. Genelde teknoloji işini yazıya karıştırmam. Bir heves diyelim buna. Arkada hafif bir müzik, yanımda çayım ve küllükte dumanı tüten sigaram. Şu an dünyaları verseler, bu huzuru değiştirmem.

Geçmişte biraz daktiloya merak salmıştım. Çat çut sesleri eşliğinde yazı yazmak eğlenceli gelmişti. Ancak belli bir müddet sonra her ses, müziklikten çıkıp kafana inen balyoz gibi oluyor. Yine de eğlenceli bir makine. Onunla ilgilenmek... şaryosunu yağlamak, tozunu almak, mürekkep doldurmak gibi işleri olması hoşuma gidiyordu.

Eski eşyaların sanki daha çok ilgiye ihtiyacı varmış gibi geliyor bana. Daktilo bunun güzel bir örneği. Ben yetişmedim ama banyo kazanları da öyleymiş. Odunu altına atarsın, suyu getirir üzerine dökersin, sonra tüm ev duman altı olur. Aile sırayla duşa girer. Rezillik yani.

Bir de merdaneli çamaşır makineleri… Yine ben yetişemedim ama annem anlatırdı. Başında bekleyeceksin, azar azar çamaşırı atacaksın, sonra çıkarıp o merdanelerden geçireceksin. Çoğu genç kızın saçları o merdaneye sıkışıp, kestikleri bile olmuş.

Oldum olası “şunu yazayım” diye masaya oturmam. Doğaçlama yaparım. Bu yüzden yazılarım hep günlük gibidir. Ama seviyorum böyle yazmayı. İşsiz güçsüz, kendi halinde bir adamım. Benimki biraz dertleşme.

Çocukken yazdıklarımı hatırlıyorum da… O kadar idealist yazmaya çalışırdım ki şimdi hatırlayınca yine o eski gülümseme yüzüme oturuyor. Halbuki dersi dinlememek için yazardım.

İnsan çocukken, gençken fazla idealist oluyor. Tüm dünyanın yükünü sırtlanmak, dünyayı değiştirmek istiyor. Ama yaş ilerledikçe, kantarın topuzunun öyle olmadığını suratına gelen bir silleyle anlıyorsun.

Gerçi o günleri özlemiyor değilim.
O yaşlarda insanın içinde tükenmez bir güç hissi oluyor.
Şimdiyse, sadece yazmak… Belki de hâlâ biraz o çocuğun devamıyım.

Dört Aydır İşsizim: Hayat Bana Ne Öğretti?


Bir buçuk yıl boyunca hayatımda hiç deneyimlemediğim bir işi yaptım: çağrı merkezi.

Hayatım boyunca çekiç sallamış, yük taşımış, kablo döşemiş biri olarak bir anda kendimi ekran başında, kulaklık takıp klavyeyle iletişim kurarken buldum. Başlangıçta farklı ve rahat gelmişti. Hatta eğlenceli bile diyebilirdim.

Ta ki ofisin görünmeyen duvarlarına çarpana kadar…

Her sabah "Günaydın canım, bugün ne kadar güzelsin!" diye başlayan cümlelerin ardından, mutfağa geçince "O üstündekini gördün mü? Tam bir demode!" tarzı fısıldaşmalar...
Yöneticilerin arka planda, "Tazminatları fazla olmuş, mobbing yapalım da kendileri çıksın," diye konuşmaları...
Mutfakta yenen yemeklerin yanında servis edilen dedikodular, terasta içilen sigaralara karışan ikiyüzlülükler...

Bir süre sonra sadece bedenim değil, zihnim de yorgun düşmeye başladı. Ve sonunda, hedef haline gelip sistematik mobbinge uğradım. Tüm o psikolojik baskılara daha fazla dayanamayarak işten ayrıldım.

"Hayat bitti" dedim kendi kendime. Yorulmadan çalışabileceğim başka bir iş bulamam sanmıştım. Ama daha bir hafta bile geçmeden telefonum çaldı ve benzer bir iş için çağrıldım. Koşar adım gittim ve başladım.
Ama bu sefer fazla sürmedi. "Performans eksikliği" denilerek işime son verildi.

Ve işte hikâyem asıl o noktada başladı.

Yakın arkadaşlarım, kız arkadaşım, bu süreçte bana çok destek oldular. Hem maddi hem manevi olarak...
Hesaplarım ödendi, cebime harçlık bırakıldı. "Sonra verirsin"ler havada uçuştu.

Ama işin aslı, bu bile insana ağır geliyor.

O paralarla birlikte bazı kelimeler de cebime sıkıştı sanki. Eskiden ağzıma geleni rahatça söyleyebilirken, artık sözlerimi daha dikkatli seçer oldum. Çünkü istemesem de şu cümle kulağımda çınlıyordu:
"Paranı ben veriyorum, neden böyle konuşuyorsun?"

Ailem, her ne kadar "Boşver, kafana takma" dese de, bir sabah kahvaltıya geç kalktığımda “Gece yatmaz, sabah kalkmaz olmuşsun,” laflarını duymaya başladım. Dışarı çıksam, “Paran yok, nereye gidiyorsun?” soruları ardı ardına geliyordu.

Aynı apartmanda yaşadığımız akrabalarım da durmadı:
“Bir arkadaşın çalıştığı fabrika var, temizlikçi arıyorlar. Sigorta yok ama olsun, iş iştir.”
Bu sözlerde iyi niyet olabilir. Ama insanın ruhu daralıyor, giderek yalnızlaşıyor.

Kuzenimle samimiydik. Ama işte bir gün dışarı çıkacağımı duyunca şöyle dedi:
“Tabii abi, ben o kadar maaş alıyorum Kadıköy'e gitmiyorum, sen geziyorsun.”
Küçük bir cümle. Ama yüreğe saplanan koca bir bıçak gibi…

Bu dört ay bana çok şey öğretti.

Aslında çalışırken tembelmişim. Zira işten çıkar koştur koştur eve gelir sadece telefona bakardım. Şu an en azından ne zamandır boşladığım kitaplarıma zaman ayırabiliyorum. Zira tüm gün aynı şeyi yapmak gerçekten yoruyor. Bir zamanlar odamda geçirdiğim vakitler bana huzur verirken, şimdi aynı duvarlar üzerime üzerime geliyor. Eskiden keyif aldığım şeyler anlamını yitirdi. Hatta zevklerimi bile değiştirdim. Yeni şeyler arıyor, başka meşgalelerle oyalanmaya çalışıyorum.

İşsizlik yalnızca cebindeki parayı değil, içindeki hevesi, motivasyonu ve çoğu zaman kendine olan saygıyı da alıp götürebiliyor. Eğer sağlam bir psikolojin yoksa, bu sessizlik insanı içeriden içeriye kemiriyor.

Ama hâlâ yazabiliyorum.
Hâlâ anlatacak şeylerim var.
Ve hâlâ bir umut kırıntısı taşıyorum içimde.

İşsizliğin bana öğrettiği en büyük şey şu oldu:
Kendini tanımalısın bu süreç insanı kırılgan yapabiliyor. 
Bir işi kaybedebilirsin, ama kendini kaybetmemen lazım.

Çünkü sen kendini ayakta tuttuğun sürece, bir gün yeniden başlayabilirsin.

Yetmişli Yıllar: Türkiye’nin Ateşle İmtihanı

  Türkiye çok zor zamanlardan geçmiştir. Kurtuluş Savaşı, Büyük Buhran, 2. Dünya Savaşı, ekonomik krizler bunalımlar derken sayısız krizle...